29 Temmuz 2010 Perşembe

Hotmail'in yeni logosundan depresyonumun çözümüne


Yenilikleri hep sevmişimdir:) Bugün tam da son yenilik gözlemlerimi yazacaktım ki, konu azıcık değişti.
Öncelikle, reklama gireceğini sanmıyorum ama gönül bağım olan Garanti Bankası'nın web sitesindeki arayüzünü değiştirmesine sevinmiştim. Eskisi de kötü değildi, ama bu daha da iyi olmuş, dileyen baksın:) Markacılık, kurumsallık, vs gibi konularda, üstelik de bu "canlı yeşil" projelerinden beridir hastalarıyım kendilerinin:)
Bugün yepyeni birşey fark ettim; hotmail, bizim kendini beğenmiş, kütük kılıklı hotmail, arayüzünü yenilemiş, logosunu mogosunu... Hareketlenmişler bunlar da.
Garip yeni ikonlar koymuşlar, tuş imkanları vs...
Az önce bunu birisiyle konuşurken "bak, ne kadar cici olmuş" derken, benimle dalga geçti, onun için önemsizdi bu. Oysa ben bundan keyif almıştım. Hotmail buna çoooook geç girdi bence, ancak yine de neresinden kurtarsa kardır:)
Kaçımız Halkbank'ın kendisini yenilediğini biliyor? Kaçımız Vakıflar Bankası'nın logosu ve vizyonu başta olmak üzere tüm altyapısını değiştirdiğini görüyor?
Başarılılar ya da değiller, ancak farklılıkları fark etmediğimiz sürece biz sadece en sonda beliren sonuca bakıyoruz.
Ki sonuç olumluysa, genellikle ya çığlıklar eşliğinde sevinç gösterisi yapıyoruz, hele ki olumsuz bir sonuçsa, "nereden geldi bu başımıza" diye hayıflanıyoruz, sanki bir anda olmuş gibi bir anda gitsin diyip, hap çözümler aramıyor muyuz?
Oysa ki sürece daha farkında baksak, keyfimiz de yayılmış olur, sorunları da çözebiliriz:)
Haha, nasıl da ahkam kesiyorum şimdi. Oysa 1 haftadır depresyon gibi birşeye girmiştim:) Atınca üstümden, çok rahatladım:)
Belki bir ara çözüm sürecimi anlatırım, ancak özetlersem; olası sonucu süreçte öngörebilmek:) Bunun için temel ihtiyacım da farkındalığımı daha da verimli hale getirmek.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Dünyada değerler yitip giderken kendime sorabiliyor muyum: "Değerlerime ben ne kadar sahip çıkıyorum" diye?


Bugün, Brahma Kumaris Meditasyon ve Kişisel Gelişim Derneği'nin Bolonya merkezinden bir eğitmenin, Antonella Ferrari'nin bir seminerindeydim. Konu da cesaret, güven ve yaratıcılık.
Bu kez kendi düşüncelerime değil, aldığım notlara yer vereceğim. İtalyanca'dan çeviri sebebiyle biraz anlam kayması olabilir, yine de olabildiğince düzeltmeye çalışacağım.

Başarılı da olabilirsiniz başarısız da, ama bir öncü durmaz, engelleri aşar.
Cesaret, güven ve yaratıcılık sayesinde yeni yöntemler ve düşünce yapıları keşfederiz.
En büyük ihtiyacımız cesarettir.
Normal olarak dışarıya bakarız. Ama içeriye bakmak, içeriyi gözlemlemek daha zordur, büyük bir cesaret ister, öyle ki en büyük cesareti ister.
Cesaret, korktuğumuz halde, korkmamıza rağmen hareket edebilme kabiliyetidir.
İçe doğru, kalbe doğru yolculukta derinleştikçe, yaratıcılığımız da artacaktır.
Korkmuş bir insan nasıl hisseder?
Kendinden memnuniyetsizdir, mutlu değildir, kaçmaya çalışır.
Pekala durup yüzleşebilmek nasıl bir duygudur?
Cesaretimiz olduğunda olayları şekillendirebiliriz. Olmadığındaysa kaçmaya meyilliyizdir.
Kaçmak yerine yüzleşme erdemine çalışsak, yaratıcılığımızla yeni yollar bulabiliriz.
Cesaretimizin olmadığını düşünüyorsak, sahip olduğumuz amaçlarımız doğrultusunda bunu deneyimleyebiliriz. Tıpkı cesaretsiz bir anne veya babanın, bir tehlike karşısında çocuğunu aslanlar gibi koruması gibi... Bu erdemi edindikten sonra da geliştiririz, geliştirmeliyiz.
Yaşamak için neye ihtiyacımız var?
Bilinç seviyesine, dengeye, değerlere...
Dünyada değerler yitip giderken kendime sorabiliyor muyum: "Değerlerime ben ne kadar sahip çıkıyorum" diye?
Dışarıda işler kötü olabilir olabilir, kötü insanlar, kötü hükümetler, kötü patronlar, ... Ama onları bir kenara bırakıp "ben neler yaptım?" diye sorguladık mı?
Yıllar öncesinde, elimde herşeyim vardı, çok iyi bir yaşantım... Dilediğim herşeye sahiptim ve birşey istersem sahip olabilirdim.
Ama yolda yürürken birden durdum ve sordum kendime: "mutlu muyum?"
Etrafımda herşey vardı, ama herşey maddeydi, maddelerle çevrilmiştim. Oysa ki kendimle iletişimim bozuktu, kendimi yeterince iyi anlayamıyordum, birşeyler eksikti.
Oysa ki mutluluk; doluluktur.
Dünya bizi tüketmeye iter, daha çok tüketmeye. Ama kalbimiz, başka şeylere ihtiyacımız olduğunu söyler.
Kendime güveniyor muyum? Pekala sadece kendime değil, etrafımdaki insanlara da güveniyor muyum?
Etrafımdaki insanlar, bana kendimi güvende hissettiriyorlar mı?
Çevremizde cesaretimizi kıracak insanlar vardır, ancak cesaretlendirecek insanlar da vardır, onları arayıp bulmamız lazım.
Eğer ben karşımdaki insana güveniyorsam, yaptıklarında, yapacaklarında onu cesaretlendirebiliyorsam, bana da öyle davranırlar ve kendime de öyle davranırım.
İnsanları gözlemlerken iki sorun dikkatimi çekti; ya hiç düşünmüyorlar ya da çok düşünüyorlar. Öyle çok düşünüyorlar ki, düşüncelerinin anlamlarını kaybediyorlar.
Duydukları, ama anlamını anlamadıkları cümleler söylüyorlar.
Kendi mantık süzgecimizi kullanmıyoruz şeklinde bir sonuç getiriyor bu da bana. Kendi mantık süzgecimizi kullanmıyoruz, olduğu gibi alıyoruz. Yaratıcılığımızı kullanmıyoruz.
Michalengelo için dostu Lorenzo der ki: "Senin yaptığın; güzeli görme sanatıdır!"
Yaratıcılık, güzeli görmektir, görebilmektir, onu tekrar yapılandırabilmektir, olanı olduğu gibi almak değil, içimize almaktır.
Sonuçta bunlar ruhsallıkla ilgili konular ve ruhsallık pratikte olmalıdır, gündelik yaşamda yer almalıdır.
Öğrendiğim ne varsa yarın, hatta hemen bu gece sorgulamaya, irdelemeye başlamalıyım.
...
Antonella Ferrari*
İtalya Kültür Merkezi
Beyoğlu/İstanbul
27/07/2010
-------
Antonella Ferrari, Livorno'da doğmuştur, 25 yılı aşkın bir süredir kişisel gelişim eğitmenliği yapmaktadır. Milano Üniversitesi'nden mezun olan Ferrari, Yaşayan Değerler Derneği’nin başkanlığı ve lider eğitmenliği görevlerini yürütmüştür. 4 kez "Uluslararası Sanat Forumu"nu düzenlemiş ve Radio Internazionale'de programlar yapmıştır. "Özgürlük Şarkısı" kitabının yazarıdır. Halen, Bologna'da yerleşiktir ve oradaki Brahma Kumaris Merkezi'ni koordine etmektedir.

27 Temmuz 2010 Salı

Eğitimin Üstadından Nasihatler Aldım:)


Aylar öncesinde SOGLA'nın web sitesinde "İbrahitm Betil SOGLA hakkında ne diyor" şeklinde bir link ile dikkatimi çekmişti bu isim. Öncesinde ne kadar duysam da, çok ilgilenmemiştim.
Eğitim üzerine projelerim olduğu için sık sık TOG (Toplum Gönüllüleri Vakfı) ve TEGV (Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı) adını duyuyordum ve öğrendim ki kendisi kurucularından.
Projeler sebebiyle görüştüğüm birkaç bürokrat da beni ÖRAV (Öğretmen Akademi Vakfı)'a yönlendirmişti ve sonradan öğrendim ki burası, kurduğu son vakıf.
Ofis arkadaşlığı düşüncesiyle görüştüğüm bir hanım da, İbrahim Bey'in ilk projelerinden birinin eğitmenlerinden olduğunu söylemişti.
En son, okulları ve kültürlerini, sistemlerini tararken bir okulu çok sevdim ki sürpriz (!), kendisi, kurucular heyetinde.
Eş zamanlı olarak girişimcilik eğitmenim (Tuğberk Seçkin) de sık sık onunla görüşmemi öneriyordu.
Nihayet Tuğberk'in desteği ve genel müdürü Gülsüm Hanım'ın (MG Danışmanlık) aracılığıyla, İbrahim Bey'le görüşmek nasip oldu.
Belki hevesimi kırıcıydı genel olarak.
Ancak karşılaşacağım zorlukların gösterilmesi, tarif edilemez bir hediyeydi benim için.
Üstelik "senin daha etin ne, budun ne? Nelere kalkışıyorsun?" gibi bir yaklaşım değil, "projelerin çok iyi, ama çok büyük zorluklara sürüklüyorlar seni. Kendini iyi hazırlaman ve inancını koruman lazım" gibi özetlenebilecek bir motivasyon da dikkat ediyor.
Öğütleriyle, önerileriyle olduğu kadar, duruşuyla bile örnek insanlardan oldu benim için.
Komik olansa, "hazır sizi bulmuşken, şu projemden de bahsedeyim" diyerek anlattığım projeme övgüler aldım. Daha uygulanabilir, daha ihtiyaç hali, daha kolay, daha verimli...
Neye niyet, neye kısmet:)
Bazıları gazetelerde çıkan, kimi çarpıklıklara dikkatimi çekti. Ülkemizde çok garip şeyler görmüş, duymuştum, ancak cidden traji-garip şeyler de varmış... Belki sonra değinirim bu konuya.
Çok verimli bir toplantıydı benim için, ne kadar teşekkür etsem azdır:)

25 Temmuz 2010 Pazar

Onlar erdi muradına:)


Nikah töreninin gecesi, düğün tadında hazırlanmış bir yemekten de bahsetmek istiyorum.
Nikahtaki kalabalığa bakarsak bu, dostlar sofrası gibi birşeydi. Uzun zamandır dışarı çıkmadığım için de epey keyifliyfi bence:)
Küçük birkazç önyargımı keşfettim sanırım.
Mesela çalıgı takımından bazıları, resmen iç geçirir gibi hanımların fiziğine bakıyordu. Demek ki bende "çok görürse insanın gözü doyar" gibi bir önyargı oluşmuş:) Ya da karşımda oturan hatun, gerçekten çekiciydi dans ederken:)
Dans demişken, göbek atmaktan falan bahsediyorum canım:)
3 dostum yanyana, karşılıklı göbek atıyor, alkış tutuyordu. Ancak onlar benim sipirtüel camiamdan insanlar :S
"Eğlenmeyi severiz" cümlesini söylemekten öte birlikte eğlenceye pek katılmadığımız bir çevre. Komik, garip, ilginçti, insancaydı:))
Ve gecede şarkı söyleyen kişi, TV deneyimi de olan birisiydi ve önce nişanlanan bir çifti çağırdı sahneye; 42 yıldır sahnedeymiş ve böyle yakışan bir çift görmemişmiş:)
Ben dahil herkesin ağzından veya en azından kafasında; "aynı cümleyi kaç kişiye daha söyledi?"
Sonra Nihal'leri evlenen çift olarak çağırdı ve gülerek onlara da aynı cümleyi söyledi: "42 yıllık sahne geçmişim var, daha önce birbirine bu kadar yakışan bir çift görmedim".
Bazıları "herkese söylüyor bu da canım" diyerek ciddiye alırken, banaysa komik gelmişti. Hoş bir espri gibi. Klişe mi? Belki evet:) Ama tuşe eden bir klişeydi.
Sizce? Herkese söylenen basit bir cümle mi yoksa kendisiyle dalga geçirten bir espri mi?
Onu bunu bıraktım da 7 yıldır tanıdığım sevgililerin 8 yıllık evlilik düşlerine tanık olmak, süper bir duygu:)
Darısı başımıza:)

Ümit Abla ümitlendirdi:)

Nihal'lerin nikahındayız hala:) Tebrik töreni sırasında, yanımda Ümit Abla vardı (Hatice Ümit Çilingiroğlu).
Nikahın şahitlerinden, İndigo Dergisi'yle tanıdığım ve pek sevdiğim zat:) Sırf varlığıyla ilham veren, aslan yeleli meleksi:)
Beraber sohbetimiz sırasında karşılıklı hoş açılımlarımız oldu. Yaşadığımız sıkıntılı süreci değerlendirdik ve yenilik için silkelenme olup olmamasını irdeledik.
Zira sevdiğim insanlar ve çevrelerinde, kapandı sanılan defterler, fiziksel rahatsızlıklar eşliğinde hortluyorlar ve hatta, zaman zaman bu kişilerin inançlarını sorgulatacak güçte oluyorlar.
Böyle özetlenebilecek bakış açısından ötürü Ümit Abla belki teşekkür etmiş olabilir, ancak onun kısacık bir günde bana kattıkları için ben teşekkürlerle borcumu ödeyemem:)
Mesela ben herşeyi, etrafımda gezinen sinekten, kalp kasıma kadar herşeyi kontrol edebilmeyi denerken, başka titreşimlerden kaynağını ve sebebini bulamadığım başka titreşimlerden etkilenmeyi, dürüst bir ifadeyle pasifize olmayı başarısızlık görüyordum.
Ümit Abla, bazı kader sürprizlerinin varlığına dair ışık yaktı.
Aksi halde hayatımın ne kadar sıkıcı olduğunu, olabileceğini gördüm böylece.
Lego oyuncaklardan çocukken zevk alırdım, ama ölene kadar lego evlerde, sims insanlarıyla oynar gibi yaşamak...
Daha öncesinde gelişimim için mecburi kabul edişler olarak baktığım ve bir sonraki sefer daha güçlü olarak aşacağımı düşündüğüm bu durum, artık benim için eğlencenin bir parçası:))
Sonrasında eğitmenliğe ve sivil toplumculuğa dair de biraz konuştuk. Küçük umutlar topladım.
Ancak bu iki sohbet arasında bir de doğum haritama baktı:)
Bana tam da misyon-vizyon konulu seminerimde kullanmak üzere, kişiye misyonunu, vizyonunu, varoluş amacını hatırlatıp motive edici şeyleri düşünürken, güzel ilhamlar aldım.
Aldığım notlardan küçük bir özet geçeyim: benim için çok doğru bir yoldayım:)))

Bir Yastıkta Kocasınlar:)


Saat 01:17. Tarih artık 25 Temmuz olmuş. Kanyon'a bakan, Maslak istikametindeki bankın birinde oturuyorum.
İçtiğim şaraplara sarhoş değilim, çakır bile değilim.
Keyif? Keyifliyim. Garip bir gündü, garip bir akşam ve garip bir geceydi. Ki yaldır yaldır yürüyüp eve gitmek yerine, kendime biraz zaman ayırıp oturduğum için kendimi tebrik ediyorum.
Bugün İndigo Ailesi'nden dostum Nihal ve mecburen uzatmalı sevgilisi Tolga evlendiler.
Nikahlarında, 8 yıllık beraberlikleri için açılan yepyeni bir sayfanın, hatta defterin heyecanlı kokusu sarmıştı zaten beni. Belki de upuzun bir aradan sonra ilk kez evlilik hayali kurdum.
Nikah... Evlilik... Henüz anlayamadığım, ama dostlarımda görünce hoşuma giden bağlar:)
Hani derler ya; bir yastıkta kocasınlar:)

23 Temmuz 2010 Cuma

"Neden Ben Yapmak Zorundayım?"

Kişisel gelişimle ilgilensin ya da ilgilenmesin, birçok danışanın ağzından, konuda yazan bu cümle çıkıyor, bazı sorunlar anlatılırken...
Mesela iş ortamı, aile içi iletişim, yatak sorunları, öğrencileriyle iletişim...
Yaklaşım benzer; "ben bu sorunun çözümü için gayet çabaladım, şimdi sıra onda" ya da bazen bu tutum, "ben neden çabalayayım, problemi ben başlatmıyorum ki..." gibi de ifade edilebiliyor.
Konu bizim için ne kadar önemli olursa olsun, onun çözümü için ya çaba sarf etmek istemiyoruz ya da bizimle beraber tüm paydaşların da eşit efor harcamasını istiyor, aksi halde adım atmayacağımızı dillendiriyoruz.
Bir danışanım, eğer sorun yaşadığı eşi de çaba sarf etmezse, koçluğu kesme pazarlığı yapmıştı ve zaten kestik:)
Son görüştüğüm kişilerden birisi, sorunlu iletişimi olan kişiyle çalışmamı istiyordu ısrarla, zira kendi üzerinde çok çalışmış, benden önce çalıştığı koç, danışman ve terapistler de kendisiyle çalışılması gerektiğini düşündüğü için, onları başarısız bulduğunu söylemişti.
Konuşma ve sorgulama sırasında yaşadığı sıkıntıların mimarının bilinçsiz bir sebeple kendisi olduğu sonucuna vardık(!), ancak yine de koçluğun kendisi ile değil, diğer kişiyle yapılmasını istediğini, çünkü kendisinden çok yorulduğunu, sıkıldığını söylüyordu sık sık.
Bugünkü bir çalışmada ise; iş ortaklarının yaklaşımlarından ve adeta kendisinin hevesini, cesaretini kırma çabalarından konuştuk bir dostumla. Artık onlarla pek bir paylaşım istemiyordu, "herkes kendi işini yapsın, yeterli" hallerindeydi yani... Ama diğer taraftan, işleri de iletişim üzerine kurulu:)
Adımlarını büyüterek gelişmek ve vazgeçmek arasında sürüncemeye giren bir süreçteydi yani.
Ancak ikisinde de, hatta daha fazlasında da sabit olan birşeyler vardı.
Mesela bu dostumun iş arkadaşıyla yaşadığı problem, yakın bir arkadaşı ve patronuyla da yaşadığı bir problemdi, sevgilisiyle de babasıyla da... Babasının, dedesiyle vaktiyle yaşadığı problemlerin tam tersiydi belki, ancak benzer kaynaklardı problemleri, zira tam tersi(!) 
İlk örnekte ise danışanımın çocuğuyla ilgili şikayeti, kocasında da başka şekilde gösteriyordu kendisi. Sorgularken babasından da aynı konuda sıkıntıları çektiğini ve enteresandır (!) ilk kocasından da... Sorgularken ve kendi hayatını yorumlatırken annesinin de babasıyla yaşadığı sıkıntıları hatırlamıştı; sanki "hık" demiş aynı/benzer burunlardan düşmüştü bu sorunlar:)
Ancak burada "benim sorunum değil" veya "sorun sende/sensin" mantığının bizleri bugüne getirdiğini düşünecek olursak, aynı eylemlerin aynı sonuçlar doğurmasına dair ilahi kanuna varmaz mıyız?!?!
Eylemin öncesinde yatan düşüncede küçük bir değişiklik yaparak, "bu sorunda benim de payım olabilir mi?" gibi bir sorgu, bizi biraz daha etkili çabalara, eylemlere yöneltebilir belki:)
Zira dostumda ulaşılan sonuç buydu ve kendisine teşekkürle biten bir sohbet oldu.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Kurumsal mutluluk mu? O da nedir?


Aylar öncesinde merak etmiştim, kurumsallık sadece takım elbise, kravat ve despotik hiyerarşi midir? Eğlenceli bir kurumsal yapı söz konusu olamaz mı veya sadece Google gibi ultra üst sınıftaki, hayal edilen kuruluşlarda mı mümkündür?

Ayrıca, madem bir kurumdayım, neden bu kurum bir duyguyu yaşatmasın... diye diye bir proje hazırlamıştım. En azından tohumunu atayım hele demiştim. Mor İnovasyon koymuştum adını.
Hatta hayat amacı olarak belirlediğim nohutun da logomda mor olmasının sebebi, bu projeydi.
Neyse efendim, eş zamanlı olarak Kurumsal Mutluluk Zirvesi adıyla, sevgili eğitmenlerimden Timur Tiryaki de konuşmacı olacağının duyurusunu yollayınca ne kadar sevinmiştim. Zira Timur, benim hislerime en yakın insanlardan ve onun işaretini almak çok hoşuma gitmişti.
Hatta o sıralarda kurumsal koku isimli bir projeyle karşılaşmıştım ve işbirliği düşünmüştüm, ancak düşünmediler ki mailime bile cevap vermediler:)))))
Ancak ne kadar hoş olsa da, bu projeden daha ateşli bulduğum çalışmalardan mıdır bilmem, Mavi İnovasyon gibi çalışmalara yoğunlaşmış ve bunu rafa kaldırmıştım.
Şu geçtiğimiz 3-4 günde ise, konuştuğum hemen hemen herkesle bu projeye geliyor konu. Zira dün buluştuğum, kendisini çok çok çok özlediğim eğitmenlerimden Esra Bener'le de buna değindik ve en kısa zamanda buna tekrar değinmeye niyetliyim.
Bu noktada her türlü geri dönüşünüzü beklerim:)

Koçluk dediğimiz ne ola

Geçen gün yaşam koçluğu ve konuyla ilgili gerekebilecek önbilgileri zamanla, kendi ağzımdan paylaşmaktan bahsetmiştim.
Detaylıca web sitemde bulabilirsiniz. Ancak buraya da özet şekilde bir paylaşımda bulundum.
Yine de her şekilde aklınıza takılan bir şey olduğunda çekinmeden sorabilirsiniz:)

Yaşam Koçluğu nedir?
Sizi, sorunlarınızı kendinizin çözmenize teşvik ve motive eden, çok verimli bir iletişim dilidir.

Ne yaparlar, nasıl yaparlar?
Sizi sorununuzun özünü tespit etmeye teşvik eder, desteklerle cesaretlendirir, sorunlarla yüzleşmenizi sağlar ve yarına dair daha bir "kendim olma" sürecinde yanınızda bulunur. Aktif dinleme diye bilinen, etkili ve verim yaratıcı sorgulamalar yoluyla sizi dinlerler.

Kimler bu hizmetten yararlanabilirler?
Herkes.

Ne zaman, ne şekillerde yararlanılabilir?
Dilediğiniz zaman, randevulaşarak yararlanabilirsiniz. İkili iletişimin kurulabildiği her şekilde; yüzyüze, MSN ve Skype üzerinden, telefon, e-postalar ve yürüyüş esnasında...

Faydaları nelerdir?
"Hmm, tabi yaaaa!..." gibi ifade bulan farkındalıklar yaşamanıza vesile olur ve özdeğerlerinizi artırır.

Koç olmak için başlıca gereksinimler neler?
Bolca okumak, araştırmak, birçok eğitim almak, bilgileri uygulamak, kendi hayatımızda da uygulamak.

Kimler koç olabilirler?
Herkes.

Yaşam koçu olarak Mustafa Emin Palaz nerede duruyor?
Ruhsal gelişim sürecine ve kişisel alan kavramına odaklanmış, zihin üzerine uzmanlaşmış, alelade bir yurdum insanı.


Referansları nasıl?

Tek ifade ile; "Teşekkürler... Gerçekten :-)"

Tanıştığımıza memnun olduğuna inanmıyorum :/

Bugün daha da dikkat çekici geldi bana şu tanışma sendromu; "tanıştığımıza memnun oldum".
İki yeni tanışan bireyin, bir minnet düşüncesiyle söylediği, oysa kullana kullana artık o minnetin bir mekanik yapı olduğunu hissettiren durum değil mi?
Merak edip google amcada baktım duruma, Ekşi Sözlükte şu ve şu linklerden, bir de Uludağ Sözlük'ten şu linkten yorumlara bakabilirsiniz dilerseniz.
Neyse ne... Neden doğmuş olabilir bu cümle? Yapısı gereği nasıl durumlarda kullanılabilir?
Bugün tanıştığım birisi, ayrılırken söylediğinde daha da fark ettim bu gereksiz kullanımı ve etkilerini düşündüm.
Doğru düzgün bir sohbete girişmedik, sadece yanyana oturduk ve o yanındakiyle konuşuyordu, ben de yanımdakiyle. Hani bu yanyanalıktan bile birşeyler kazanmış olur mu? Belki:) Ama sanırım, o zaman yüzünde başka bir ifade olurdu:)
Memnun olmak, yaptığımız her edimin hedefi diye özetledim kendimce ve bu durumda "memnun oldum" diye biten bir ifade, memnun olduğumuz bir edimden sonra gelecektir sanırım dedim kendime:)
Pekala memnuniyet duymadığım bir sonucu, "memnun oldum" diye nitelersem, üstelik bunu defalarca ve defalarca yaparsam... Acaba özdeğerlerimde yitiklere sebep olmaz mıyım diye sorguladım.
Kimi arkadaşlar var bir de başına "çok" getiriyorlar, "tanıştığıma çok memnun oldum"...
Hmm, "her zaman kullanmam bu cümleyi, ama tanıştığıma memnun oldum" tiplemeleri de var ki bir zamanlar ben de içindeydim:)
Ne egosal bir insan(d)ım ya:)
Artık daha da az kullanacağım bu cümleyi, memnuniyet hissetmiyorsam, neden öyleymiş gibi davranayım ki? Yapmacıklığı karşı taraf fark etmiyor mu sanki?
Bugün yapılanı ben fark ettim şahsen, öncekilerde de yapmacık olanları fark ediyordum ve eminim ben yapsam benimkiler de fark edilirdi, ediliyordur...
Artık bu zincirden temelli çıkıyorum!!!!! :)

"Ama beni dinlemiyorsun ki... :("

Bir süre önce gördüğüm bir rüyamı paylaşmak istedim.
Karşımda tanıdık birisi vardı, çok muhabbetimiz olmamıştı ama az-biraz beni etkilemiş birisi...
Neyse, bu kişi gerçekte uluslararası bir firmanın yöneticisi ve Türkiye'deki bazı önce sosyal çalışmaların da icra edicisi, ancak rüyamda karanlık bir insan gibi tipi vardı, arkasında da iki adam(!).
Şu an hatırlamadığım bir konuyu tartışıyorduk ve bana, sorunumu niye masaya yumruğumu vurarak çözmek yerine, karşı tarafı ikna etmeye, onunla/onlarla iletişim kurmaya çalıştığımı anlamadığını, bunun saçma olduğunu... empoze ediyordu.
Ben de haliyle düşüncemi savunuyordum, artık iletişimci olmak istediğim vs...
Ama lafları hep ağzıma tıkıyor, sözümü kesiyor, söylediğim hiçbirşeyi de kaale alıp dinlemiyordu...
Derken sinirlendim ve "dinlemeyeceksen anlatmam abi!" diye çıkıştım ve sustum akabinde de.
Bunun üzerine o da sustu ve "dinliyorum o zaman" dedi. Ben anlattım, anlattım, mantıklı noktalardan yürüdüm ve ondan da başıyla onaylar alıyordum. Her sözüm bitti ve sustum.
Bana "bitti mi?" diye sorar sormaz kaldığı yerden devam etti konuşmasına. Resmen benim konuştuğum süre boyunca "pause" (teyplerdeki bekleme tuşu) tuşuna basılı kalmış ve sonrasında "resume" (devam etme) etmiş gibiydi.
Ben de bunun üzerine "ama dinlemiyorsun'" diye hömkürdüm, köpürdüm, vs...
Size de çok tanıdık gelmiyor mu?
Ne konuşulduğunun, kimler arasında konuşulduğunun bir önemi yok da, nasıl konuşulduğu...
Ve "dinle beni" denince, karşı tarafın biraz saygı (!) ile susup bizi dinlemesi ya da öyle gözükmesi...
Dinlenmek, dinlenmemek,... Proaktif (hayatının kontrolünü mümkün olduğunca kendi elinde tutan/tutmaya çalışan) yaşayan birisi için bundan ziyade kendini ifade etmek, edememek...
Tabi, karşı tarafın beni dinlemediği sırada, ona bunu emir kipleriyle dile getirmenin bir çözüm getirmediğini öğrenmenin yanında, bir de ders çıkarayım kendime dedim.
Bunu düşünürken, bir bilgelik sözü ilişti aklıma;
"Eğer sen bilgiyi yeterince açık ifade edemiyorsan, onu henüz özümsememiş, benimsememişsin demektir."

Kanyon düşmüş!


Dün akşam metrodan indim Levent durağında. Daha ilk adımlarımda birşeylerin farklı olduğunu hissetmiştim.
İndiğim noktadaki merdivenlerin nereye gittiğini, istikameti biliyordum. Ama yine de kontrol etmek istedim ve birşey eksikti. Neydi, çözemedim.
Sonra merdivenleri çıktım ve o sırada fark ettim, yön levhalarında Kanyon yazısı silinmiş.
Hani ben abartıyorumdur diye düşündüm, yapışkanlı bir yazıyı niye söksünler ki... Düşmüştür o.
Ardından baktım, sonraki levhalarda ise ya yine DÜŞMÜŞ o "KANYON" yazan yapışkanlı harfler ya da üzeri beyaz kağıtlarla örtülmüş.
Aklıma iki şey geldi;
Ya Kanyon, metro çıkışlarındaki yönerge levhalarında, adının bulunduğu yere cingıllı garip birşeyler yapacak, böyle yanar dönerli KANYON yazıları felan... Ve bu sebeple adının yazılı olduğu noktaların okunmasını engelledi...
Ya da Ulaşım AŞ (metroların ve diğer bilimum ulaşım araçlarımızın işletmecisi) "Kanyon kardeş, biz levhalarımızda senin adını yayınlıyoruz, e bize reklam vergisi vermeyi düşünmüyor musun?" demiş olabilir.
Hmm, şimdi düşündüm de, pek sevgili belediyemiz, "Yön levhalarında alışveriş merkezi gibi ticari kuruluşların adının anılması, bilinirliklerine fayda sağladığı için haksız rekabete neden oluyor, işbu sebeple yön levhalarından isimlerinin derhal kaldırılması" gibi bir karara varılmış olabilir.
Bu merakımı orada cevaplayacak kimseyi bulamadım.
Bir şekilde ulaşacağım ama Ulaşım AŞ'nin bu hareketinin sebebi neymiş diye.

20 Temmuz 2010 Salı

Kişisel Gelişimci Pazarı:)

Bugün tanıştığım biriyle oradan buradan konuşurken konu faaliyetlerime geldi. Bu kadar çeşitli konuda eylemler için enerjimi nereden buluyorum, nereden esiyor vs...
İster istemez kişisel gelişime geldi konuşmamız ve kişisel gelişimin faydalarına, kimler, ne kültürde insanlar bunları yapabiliyor, vs...
Konuşurken doğal olarak sorguladık ve karşımdaki insanın yaptıklarıyla, yaşadıklarıyla karşılaştığı sonuçların farklı, hatta alakasız olması durumu çıktı neticede :))
Ancak her şekilde bu kavramdan; kişisel gelişimden hoşnutsuzdu ve herkesin bundan bahsetmesinden de konuştuk biraz biraz.
Tıpkı mantar gibi yaşam koçu türemesinin yanında, deneyim ve donanımdan yoksun, yetersiz insanların yeltenmesi, kişisel gelişimcilikte kaliteyi düşürmesi...
Kendi başarımdan bir dereceye kadar memnunum ancak "başarısız" diye nitelenen bu arkadaşları değerlendirdik biraz.
Sonuçta biryerlere geldik ve sizinle de paylaşmak istedim. Başarısız görmemizin sebebi bu arkadaşların yeterli donanım ve deneyimden uzak olması değil mi?
Ancak,deneyim uygulaya uygulaya artmaz mı? Dolayısıyla biraz zaman tanınırsa, bu noktada verim gelmez mi sizce de?
Donanım konusunda da eksikse o kişi, ya kendisinde bunun ihtiyacına girip kendisini donatacak zamanla ya da kendiliğinden yitip gidecek.
O sebeple ümitliyim yarından. En azından gelişim ihtiyacına dair, kitlesel bir ışık doğurmuş oluyorlar bence.
Ve tüm bunların yanında koçluğu bir de kendi ağzımdan tanıtayım istedim ve çiziktirdim birşeyler. Yakında yüklerim bloguma:)
Kişisel gelişimcilerin verimliliği ve onlardan verim beklentilerimize dair yakında daha da derinlemesine değinmeyi düşünüyorum.

18 Temmuz 2010 Pazar

Kırmızı Işık


Geçen gün bir randevuma yetişmeye çalışıyordum. Yürürüm, çok yürürüm ve hızlıyımdır da.
Sıcağın altında da kaptırmış gidiyorum.
Derken trafik ışığı yayalar için kırmızı yandı. Tam acele edip araçlar harekete başlamadan geçeyim de yoluma devam edeyim derken birden durdurdum kendimi.
Işıkta bekledim.
Çünkü...
:) Çünkü hayatın koşturmacalarına dalmışken bazen durmamız ve o an'ın keyfini çıkarmamız gerektiğine dair bilgelik kitapları okumaz mıyız:)
Koçlukta zaman zaman uygulamalarımız böyle noktalara gelmez mi?
Zihnim "acele" kavramıyla kör edip beni unutturacaktı ben'e.
Üstelik o sıcakta, o acelede, ışıkta beklediğim yer, gölgelikti, ağaç altıydı ve bana o günün en keyifli 40 saniyesini vermişti.
Yavaş yavaş soludum, derin derin çektim içime o an'ı. Hem gölgenin serinliğini hem kendimi birazcık daha bulmanın onurunu soludum.
Yüzümde Buddha'yı andıran bir tebessüm ile seansıma gittim.
O da haliyle keyifliydi.
O sebeple artık kırmızı ışıkları, trafiğin otoriteleri değil, sosyolojinin dengeleyicileri olarak algılıyorum:)

16 Temmuz 2010 Cuma

Büyük resim, küçük ayrıntılar, daha da küçük hatırlatıcılar

Buğday Ekolojik Yaşamı Destekleme Derneği'nin, Feriköy'de gerçekleştirdiği %100 Ekolojik Pazar projesinin 4. yıl kutlamalarındaki Geri Dönüşüm Atölyesi performansıyla Kamile'den bahsetmiştim.
Aynı etkinlikte gerçekleştirilen bir çekiliş ödülü de benden bir koçluk uygulamasıydı. Böyle bir etkinlikte adımı vererek çok onore etti sevgili Buğday Ailesi.
Bugünkü koçluk çalışmam da bu çekiliş sonucu tanıştığım güzel ruhla gerçekleşti.
Çok cici bir insan kendileri ve pek sıkıntısı da yok, kendinden memnun. Ancak çevresinin sık sık tekrar ettiği cümleleri kabullenmişliği vardı.
Biraz bunları sorguladık ve bir yerlerden çıkışlar bulduk.
Biraz kararlılığı sorguladık, biraz da mutluluğu. Sonra da konuştuklarımız arasında bağlar kurduk.
Tercihler ve kararlar arasındaki farklar üzerinde durduk özellikle ve hedef çalışması yaptık. Baktık gayet uygun arkadaşımız bu yolda, biraz daha etkin bir çalışma olsun ve "sistematik" kavramı üzerinde duralım dedik.
Hedeflere ulaşma yolundan bahsettik ya da "yol"dan diyelim kısaca.
Tahmin edersiniz ki size çalışmayı anlatmayacağım. Sonuçta her çalışma birbirinden ayrı özellikler taşıyor zaten. Ancak bu "yol" kavramı herkes ve her durum için geçerli, ben de konuşurken kendime ödevler çıkardım.
Hedeflediğimiz şey ne olursa olsun, zihnimiz ağırlıklı olmak üzere çeşitli sebeplerle yoldan sapabiliyoruz ve hatta genellikle de ulaştığımız nokta, hedeflediğimizden katmer katmer uzak olabiliyor.
Pekala sebebi nedir bunun ve pratik bir çözüm nasıl olur diye bir süredir düşünüyordum. Bugün uygulamalı olarak cevabını aldım:)
Aslında birçok kitapta da yazıyor; "hedefinizi hatırlayın!" :)
Bunun için çeşitli sorgulamalar üzerinde durmakta fayda var sanırım.
Mesela genç arkadaşımla, ona kendisini mutlu hissettirecek özellikler ve bu özelliklerin özelliklerini belirlemek üzere çalıştık. Ardından da bir otokontrol mekanizması üzerinde durduk.
Özelliklerin özelliklerini ayrı ayrı kurguladık ve aklımıza geldikçe sorgulamak üzere çıpalamalar yaptık. Şu an aklıma gelen bir örnek ile; bir hanımız ve yakışıklı bir beyle karşılaştık. "Bu genç, bana yeni bir şeyler öğrenmemde aracılık edecek mi:)"
Bu cümleyi, dilediğiniz gibi kendi özelliklerinize göre değiştirip çoğaltabilirsiniz, daha kısa, daha basit yapabilirsiniz:) Sonuçta ağdalı konuşmak tarzım olduğu için örnek de böyle çıktı:)
Büyük resimlere odaklanınca, ayrıntıları çok atlıyor ve unutuyoruz.
Böylece belirlenen büyük hedefe giderken, önümüzün flu olmasını engellemeye, mümkün oldukça açmaya çalıştık. Hedefler nezdinde karşılaşılan herşeyin, mümkün olduğunca uygunluğunu sınamak üzere aklı sorgulatmak yani amacımız.
Ben, kendi ödevlerime de uygun olduğu için, kendime öğütler çıkardım, belki işinize yarar diye de zaten bildiğiniz şeyleri, deneyimle pişirip paylaştım:)
Yakında sorgulama-suçlama diyagramına değinmeyi düşünüyorum.

14 Temmuz 2010 Çarşamba

ilk tohumlar-2


Kişisel gelişim yolculuğuna dair ilk kitabımı ve küçük bir öyküsünü paylaşmıştım.
İlk aldığım kitabı da unutmam:)
Dale Carnegie'den Etkili Konuşma Sanatı.
Kuşadası Migros'tan almıştım, el büyüklüğünde bir kitaptı, 237 sayfaydı. Para verip de ilk aldığım kitaptı.
Sanırım ya ilkokul 5 ya da ortaokul hazırlık sınıfındaydım. Bu durumda senesi 95-96 dolayları olmalı, tam kestiremiyorum.
Ondan sonraki okuduğum kitapları da ya eş dosttan ya da annemden alıyordum. Dolayısıyla seneler boyunca, hediye amacı olmadıkça, para verip de kitap aldığımı hatırlamıyorum.
Ta ki üniversitenin ilk sene sonuna kadar, sene 2004:)
Rumelihisarı'ndaki kafelerin birinde, garson olarak çalışıyorum.
Bir müşterimiz vardı, çok nadir gelirdi, kimsenin oturmadığı, izbe bir masaya otururdu. Müşteriler arasında Radikal'i sanırım tek okuyan oydu.
Zeytinyağlı bir salata ve kepek ekmek isterdi. Ben kepek ekmeği kızarmış sevdiğim ve onun da kahvaltıya yakın saatlerde gelmesinden ötürü kızartmak üzere bir teklif sunmuştum, o da öyle çok severmiş, ancak zahmet ettirmek istememiş.
Neyse, o kadar tatlı bir hanımdı bu, birkaç kez gelmiş gitmişti, ama bir gün sohbet açmak istedim.
Mesleğini sorduğumda da yazarlık diyince, çok şaşırmıştım, çok sevinmiştim.
Biraz kendi yazılarımdan, çocukluk hayalim olduğundan bahsetmiştim.
Ne üzerine yazdığını sorunca "hayat işte" demişti, ben tür konusunda üsteledikçe, onun cevabı sabitti.
Adını istedim; Elif Şafak dedi. Nereden tanıdık geliyordu bu isim...
Sonra izniyle telefonumu açtım, gazetelerden öğrendiğim kadarıyla birkaç yeni kitap, izin günümde alınmak için liste halinde. Listeden iki kitabı hatırlıyorum;
Dan Brown; Dijital Kale, Elif Şafak; Araf.
O zamanlar ünlü değildi, ünlüyse de ben bilmiyordum, ama benim için yeterince ünlenmişti kendisi ve ilk izin günümde koşarak Etiler D&R'a gitmiş, almıştım.
Geldiğinde de imzalatmak için hep dükkanda tutuyordum kitabı.
Ama gelmedi bir daha:(
Beni benden alıyordu öyküsü, ama bunlara sonra değinirim.
Hmm, bir sonraki konu da bu olsun; beni benden alan kitaplar:)

İlk tohumlar

Az önce gözüme tatlı bir kitap ilişti; Bir Kapı Kapanır Bir kapı Açılır; Arthur Pine. Sistem Yayıncılık'tan kendileri.
Şu günlerde sık sorulur oldu bana; ne zaman başladın kişisel gelişim yolculuğuna, hangi kitapları okudun, falan filan.
Hangi kitapları okuduğumu tam hatırlamıyorum, ancak ilk olan unutulmazmış:)
Bu kitap da benim 1996 senesinde ilk okuduğum kitaptı.
Öyküsü de kitabın adı gibiydi.
Annem babama vermişti bu kitabı, babam da ofis masasında tuttu, ancak iş yoğunluğundan ötürü okumaya fırsat bulamamıştı.
Ben de onun ofisine gittikçe görüyordum kitabı ve bir gün elektrikler kesilince bilgisayar kullanamadım ve sıkıntıdan kitabı elime almıştım. Elektrik gelince de PC yerine kitapla ilgilendim.
Sonrasında bir okuma furyasıdır başladı bende.
Çekici anlatımı sebebiyle tavsiye edebilirim sanırım bu kitabı, 14 sene içinde zevklerim değişmiş midir, tekrar kitabı elime alarak görebilirim, ama hoş bir kapıydı benim için.
Arthur'dan sonra, Og Mandino'ya başlamıştım, satış, pazarlama, kişisel gelişim, kendini ifade gibi konular üzerinde dünyanın en büyük isimlerinden biri.
Asıl kişisel gelişimim o zaman başladı sanırım.
Çünkü Og gibi yaşamaya başlamıştım, onu ve anlattıklarını rol model alıyordum ve önceleri mutluydum. Ama bir gün baktım ki başkasıyım ve bunu fark etmem mutluluğumu sünger gibi emmişti.
Bu sefer, Og okuyup kendim olabilir miyim diye sorgulamaya ve bilgileri uyarlamak üzerine kafa yormaya başladım.
O andan sonra Cin Ali'nin maceralarından bile kendime hayat özetleri çıkarabilirdim:)
Ve geldim bugüne.
Ben bu ilk tohumlar olayına tekrar değineyim:)

Şairimiz burada, neopastoral akımlarda, irrelevans diyarlarda yüzmüş... mü acaba:)

Bir süredir internet bağlantımdaki sorun nedeniyle yazamıyordum.
Ufak bir geri dönüş yapalım ve ilk olarak İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti'nin Gönüllü Programı'nda dün katıldığım bir geliştirici eğitimden bahsetmek istiyorum.
Hmm, Ülke ve Kültürlerarası Öğrenme Eğitimi isimli bir eğitimdi ve non-formal sistematik üzerine olduğu için içeriğini anlatmak istemiyorum:) Katılmanızı öneririm ve dileyene maille bilgi ulaştırabilirim.
Şimdi eğitimden bahsetmeyeceğim, ancak eğitimden cebimde neyle çıktığımı açmak istiyorum biraz.
Eğitim sırasında bize bir soru sorulmuştu, ardından ise etkinlik yapıldı. Bir çok kişiye saçma gelen, mantığa uymayan, enteresan bir küçük etkinlik ve hemen bitiminde ise bir önceki sorgulamayla ilgili bir küçük çalışma yaptık.
Ben eğitimlere, gönüllüsü olduğum programda biraz daha aktif olmak için katılıyorum, ancak ayrıca non-formal eğitim deneyimimi artırmak için ekstra gözlem niyetimi de saklamıyorum.
Ve eğitimdeki bu düzeni, NLP'de de zihnin girdiği kolcaycı yollardan sapmak için yapılan trans hareketlerine, koçlukta uyguladığımız danışanın ezberlenmiş ifadelerini bozmak için rastgele film anlattırmalarına benzetmiştim.
Uygulamalarımızda kişi, bir konuyu anlatırken seri ve daha önce düşündüğü şeyleri ifade ederek anlatıyorsa, kendisinde oluşturduğu kalıplara giriyor diye düşünüyor ve o an aklından geçenleri kırmak için de rastgele birşey anlattırabiliyoruz, ki bu genelde saçma bir soru sormak ya da konuyu dağıtıcı herhangi başka bir şey:)
Ardından ise, konuya tekrar dönüp, bu kez kontrollü sorular ile ezberleneni değil, hissedileni ifadelendirmeye çalışıyoruz.
Bu, mesleki bir deneyim olduğu için, dünkü uygulamayı da buna benzetmiştim, hatta bize arada yaptırılan etkinlikte, birbirimize omuz çarptırma olayını da, maddi varlıklarımızı kabullendirme gibi bir anlama koymuştum.
Tüm eğitimin sonunda da eğitmenimiz Ferhat'a yanaştım ve bu böyle miydi diye bir teyit sorusu sordum:)
Sadece ekip oluşturmak için yapılan bir eylemmiş:) Alakası yokmuş bahsettiğim şeylerle, ancak benim yüklediğim anlamları paylaşınca çok hoşuna gitti ve bunu dikkate alacaklarını belirtti.
Aklıma da özellikle lisede edebiyat derslerinde yaptığımız yazı tanımlamaları gelmişti... Belki de okuduğumuz yazıların, şiirlerin yazanları, hiç de hocanın bize dayattığı şeyleri düşünmemişti. Oysa biz ne anlamlar yükledik, yüklemeye çalıştık, hatta yüklemeyi yapamadığımız zaman sınavlardan kaldık:)
Hmm, sanırım Tanrı'nın da sadece "ben varım" demesine ve insanlığın da "o zaman sana tapınalım" demesinin altında bu "anlam yüklemecilik" olsa gerek:)

Serpil için küçük, benim için büyük bir adım:)


Birkaç gündür yazamadım, ufak ufak toparlayayım.
Öncelikle Facebook'ta olsun, maillerle olsun ve burada kendini izleyici olarak kaydeden herkese teşekkür ederim. Beğenilen bir şey yapmak, onore etti.
Bu haz ağzımda güzel tatlar bırakmışken, size pazar günkü bir atölye çalışmamızdan bahsetmek istiyorum.
Brahma Kumaris Meditasyon ve Kişisel Gelişim Derneği'nin Şişli'deki merkezinde, bazı yazılarımda adını andığım Sevgili Serpil'in önderliğinde bir gençlik semineri verdik.
Aslında seminer de sayılmaz, atölye çalışması demek daha doğru olur. Bolca da sohbet ettik.
Konumuz 'kendine güven'di.
İlk olarak Haziran Ayı başında İstanbul Erkek Lisesi'nde, yine Serpil'in önderliğinde, drama adıyla gerçekleştirmiştik ve o çok keyifliydi.
Bu deneyimimiz ise bence daha da keyifliydi.
Ki esas keyif; az sayıdaki katılımcılarımız arasında kardeşimin de olması.
Tarif edemeyeceğim bir duyguydu bu. Hani normal şartlarda ne kadar bakışarak anlaşsak/ anlamaşasak da, ben birilerine birşeyler anlatıyorken, onunla gözgöze gelmek...
Hayatımda eşlik ettiğim ikinci workshoptu, kardeşimin ise beni ilk dinleyişiydi.
Sanırım zamanla konseptimizi daha da geliştirip daha da geniş kitlelerle paylaşabiliriz, belki Uluslararası Gençlik Kongresi'nde olur, ne dersiniz:)

9 Temmuz 2010 Cuma

Yaratıcılık Demişken...


İhsan Bey'den bahsetmiştim, tanıştığımızda beni etkileyen unsurlardan biri de yaratıcı olduğunu düşünmemdi.
Biraz kariyer geçmişini biliyordum, o da anlattığı kadar işte. Ancak gayet mütevazi birisi olduğu için burası da gayet kısıtlı bilgiyle doluydu.
Sonuçta iş fikri hakkında da tam bir bilgim yoktu, sadece yenilikçi bir yaklaşımı olduğunu biliyordum, o kadar ve bu inanç dahi üretim endüstrisiyle ilgili projem için ona başvurabileceğim hissini doğurmuştu bende.
Neyse efendim, benden değil, kendisinden bahsetmeliyim.
Çünkü kendisi, geçtiğimiz günlerde JCI (Juniour Chamber International-Uluslararası Genç Lider ve Girişimciler Derneği)'nin Türkiye'de ilk kez gerçekleştirilen CYEA adında, Yaratıcı Genç Girişimci Yarışması'nda üçüncü olmuştur.
Bugün kendisiyle randevum sırasında dahi sık sık telefonu çalmıştı tebrik aramalarından ötürü.
Özellikle küçük konuşması hoşuma gitti; "Ödül bir kişiye veriliyor. Ancak girişimcilik bir takım işi. Hiç kimse tek başına bir şey başaramaz. Ekonominin güçlenebilmesi için girişimcilere ihtiyaç var. Bunun için toplumda söylenen 'Başımıza yeni icat çıkarma', 'Eski köye yeni adet getirme' gibi yaratıcılığı engelleyen olumsuz telkinlerden kurtulmak gerekiyor. Öğretilmiş hayattan vazgeçin"
Hem JCI Türkiye ailesine, bu yarışmayı ülkemizde de görme şansı doğurdukları için teşekkür ediyorum hem de yarışmanın katılımcı ve galiplerini (1. Murat Şahin- Yenilikçi bir makam şoförlüğü sistemi,2. Aylin Çakır-Anneler için interaktif deneyim portalı, 3. İhsan Elgin-Cep'ten tarla kontrolü) tebrik ediyorum.
Konuyla ilgili bir haber okumak için buraya tıklayabilirsiniz.

Hepimizin Refahı İçin Yeni Bir Vergi:)


Bugün yanımda patlayan kornadan sonra fark ettim, sebebini anlamadığım bir şekilde ifrit oluyorum bu seslere.
Kendim çalmam pek, çalınmasından da hoşlanmıyorum. Oysa; park etmeye çalışan aracın yolu engellemesinden ötürü 15-20 saniye bekleyemeyecek taksi şoförü, saatin 02:00 gibi olmasına aldırmadan zart diye basabiliyorsa kornalara...
Her aklına esen, her aklına estiği ifade biçimi için, aklına estiği süre boyunca basabiliyorsa buna...
Yürürken yine hemen dibimde patlayan bir korna sesiyle sıçrayınca, düşünmeye başladım neler yapılabilir diye.
Meğer ne çok alternatif varmış:) Bunlardan iki tanesi hoşuma gitti, paylaşmak istedim.
İlki içeriye de ses gelmesi:) Klaksonların eş zamanlı olarak aracın içinde de hissedilir bir şekilde biçimlendirilmesi, böylece şoför, rahatsız olacağını bileceği için kısıtlı kullanacak bu zamazingoyu. Düşünürken gülümsedim:) Aklıma Çin Ordusu'nun gösterilerde çakı gibi gözükebilmek için yakalarına toplu iğne iliştirerek, bu sayede boyunlarını eğmesini engelleme çalışması gelmişti.
Ancak bunun pek de insancıl olmadığını düşündüm, anlık bir sinirle, yapıcılıktan uzak bir çözüm gibi geldi ve sonrasındaki fikrim doğdu:)
Korna Vergisi. Google'la gezinirken tıklamaların sayılabildiğini bildiğimize göre, araçlara monte edilecek bir zamazingo ile korna kullanım süreleri bir gürültü/refah endeks değeri ile ücretlendirilip, Motorlu Taşıtlar Vergisi'ne ilave edilemez mi?
Zamazingoları da araç muayenelerinde takarlar, ruhsatta gözükmelidir, falan filan.
Gayet eminiz ki klaksonlar olmadan da ihtiyacımız neyse giderebiliriz, madem kullanıyoruz, o zaman bunun bedelini de devletçi bir zihniyette ödeyelim.
Ne dersiniz, çok mu sert sizce:)
Bu arada görsel bakayım diye internette biraz araştırdım da, meğer ne çok müzdarip varmış. Ben bu konuyu bir ara tekrar ele alayım.

Yeni bir kıyı tanımaya çalışırken, bugün okyanusu anlattı biri bana

Güya zekiyim, bir konuya, kendimi bile çürütebilecek, kendimden farklı yaklaşımlar getirebiliyorum...
Ama sonuçta "bir"im.
Bu ukala kısır döngüden ötürü, projelerimle ilgili büyüklerime ulaşmaya çalışıyorum.
Bugüne kadar randevu konusunda en erken geri dönen (1 gün sonra) bir iş adamından bahsetmek istiyorum: İhsan Elgin.
Kendisini 2009 Global Girişimcilik Haftası'nda Turkcell'in bir etkinliğinde dinlemiştim kısaca. Öyle uzun uzun birşeyler paylaşmamıştık, ancak aklımda yer etmişti, farklı gelmişti, yaratıcıydı, enerjikti, vs...(sonrasında İhsan Bey'in bu yaratıcılığına bir kez daha değineceğim)
Bu sabaha randevulaşabildik, öyle ki çok dakikti, bir yeni örnek daha olmuştu bana. Samimiydi, kendisini yukarı veya karşısındakini hor görmüyordu, seviyeliydi, sonuç odaklı olduğu anlaşıldığı gibi sizi de sonuca çekebiliyordu. Burada karakteri gibi ilgi alanları da gayet etkindi tabi ki. Süper bir mentorluk aldım diyebilirim, öğütler de cabası.
İhsan Bey'in sayesinde bugün, üzerinde pek de hakimiyet kuramadığım ikinci projemde çok büyük adımlar attım.
İnovasyon kültürüyle ilgili, aklımda ocak-şubat gibi yoğunlaşmak varken, bunu ekime, kasıma çekebileceğimi düşünüyorum artık.
Olumlu geri bildirimleri, farklı bakış açıları, yardımsever yaklaşımı için ne kadar teşekkür etsem az.
Umarım her iş fikri olanın başvuracağı işadamı da en az İhsan Bey kadar sıcakkanlıdır.

Çöpten Cin Çıkarma Atölyesi


Birileri çöpleri toplar, bunları bir atık alanına depolar, sonra amcalar gider, onları işlerler, düşük kalitede birşeylere dönüştürürler, vs... Geri dönüşüm denince akla gelen, hemen hemen bunlar, değil mi?
Ancak bir de geri dönüşüm atölyesi mantığı var:) Belki ekonomik bir değer yaratmak, belki de ekonomiden bağımsız yepyeni bir değer yaratmak... Belki, bundan da başka bir unsur:)
Kamile Kuzu'dan bahsetmek istedim bu sefer. Kendisiyle tanışalı çok olmadı, ama çoook önemli bir yer aldı kalbimde. Kendisi çöpten cin çıkarmak gibi birşey yapıyor. Onunla tanıştıktan sonra, kahveme koyduğum coffee mate paketinden nasıl bir yenilik yaratabileceğimi düşünmeye başladım.
Kendisini Zumbara partisinde tanımıştım. Ancak Buğday Derneği'nin %100 Ekolojik Pazarı'nın 4. yıl kutlamaları sırasında daha da yakından tanıma fırsatım olmuştu.
Hızla yağmalanan doğal değerlerle konuya girip, daha az tüketime de dikkat çekiyor ve dediğine göre evden getirilebilecek bir poşet çöpü yeniden değerlendirerek, onlar'a bir yeniden yaşama şansı vermiş oluyor.
Hatta bunu yaşam felsefesine de entegre edebilmiş ve eğer herhangi biri onu üzecek birşey yapmış olsa (ki dediğine göre olmamış), onu affetmemek gibi bir durumu yok, neden yeniden bir şansı olmasın ki diyor:) Dönüştürürken dönüşüyormuş işte insanoğlu:)
Yaşamın devam etmesini istiyorsan, eşyalar çöpler dönsün, sonra yaşamlar, insanlar dönsün, dönsün, sönsün durmadan... diyor kendileri Dön Dön Dön Durmadan sloganıyla beraber.

8 Temmuz 2010 Perşembe

Zumbara; Vaktiyle "olmaz" dedikleri, basit bir alternatif ekonomi modeli:)


Seneler önce, yine üniversitenin ilk yıllarında, ahkam kesmiş ve paranın anlam kaybı yaşaması, yerine başka bir şeyin gelecek olması üzerine konuşmuştum bir Merkez Bankası yöneticisiyle.
Önce bunu dikkate almış ve paranın ölecek olması üzerine kafa yormuş, sonra da bunu saçma bulmuştu.
Seneler geçti ve fütüristler (gelecek bilimciler de diyebiliriz sanırım), paranın yerine başka bir değerin geleceği üzerine fikirler sunmaya başladılar. O sıradaki gözlemlerim ise ihtiyaç temelli olarak parası olmayanların para, parası olanların ise zaman kısıtlılığı yaşadığı yönündeydi.
Ancak dedim ya, paranın değişecek olması saçma bulunmuştu, ben de pısırık bir genç olarak üzerine düşmemiştim.
Derken İspanyolca hocamdan çok keyifli bir haber aldım. Bir dostu, İspanya'da, mahalle bazında uygulanan bir alternatif ekonomi modelini Türkiye'ye getirmeye çalışıyormuş.
İhtiyaç halinde, değerlerin eş olması önkoşuluyla, barter misali, harcanan zamanın takası ya da tasarrufu diyebilirim sistemi anlatmak için.
Ben Ali'ye bir saat koçluk yaparak sistemden 1 saat kazanıyorum, Ali de 1 saat borçlanıyor. Ali, Veli'ye 1 saat Velinin köpeğini gezdirerek sisteme borcunu ödüyor, ben de bir hoca bulup 1 saat Google Adsense sistemi üzerine destek alıyorum Meltem'den, böylece sistemden alacağımı tahsil ediyorum...
Zamanı bir kumbara yapısıyla değerlendirdiğimiz bu sistemde şu an için 30 kişiyiz. Alfa sürümü olarak denemelere başladık ve pek keyifli oluyor, sistemin nerelerde eksiği var vs görebiliyoruz.
Ayrıca yakın bir zamanda başka kuruluşlara da bunun entegrasyonuna yönelik çalışmaları sürüyor fikrin icra annesinin; Ayşegül Güzel adında, İspanyol güzeli, Adanalı, tatlı bir arkadaş.
Konuyla ilgili hoş da bir blogu var, tıklayarak ulaşabilirsiniz.
Ve şu günlerde bu konu, barındırdığı ümitler sebebiyle ilgi de çekiyor. En son NTVMSNBC'de, beni Zaman Bankası fikriyle tanıştıran sevgili Serpil'in söyleşini yayınlamışlar, okumak için tıklayabilirsiniz.
***
Bir şeyi belirtmek isterim. Ayşegül'ün kurguladığı bu sistemin, paranın yerine geçmek gibi bir hedefi yok. Sadece benim kurguladığım zaman bankacılığı sisteminde paranın yerine geçme hedefi düşüncesi vardı. Zumbara'nın odağında iletişimi kuvvetlendirmek ve birliktelik eşliğinde değer yaratmak var diyebiliriz sanırım. Ayrıca projesini ve kendisini Facebook üzerinden de takip edebilirsiniz.

Psikologlara sessizce baskı mı yapıyorlar?


Biliyorsunuz, bir yaşam koçu olmak için, eğer kaliteli bir koç olmak istiyorsanız, birçok eğitim ve bolca deneyime ihtiyacınız var. Ancak bir psikolog gibi, en azından 4 yıllık bir akademik eğitime girmemiz de şart değil.
Birçok noktada psikologlukla karıştırıldığımız için, bundan hoşlanmayan akademik eğitimli bu tatlı insanlar, yaşam koçlarından müzdarip olduklarını dile getirirler. Ancak şimdi, mesleklerine dair ciddi bir tehlike söz konusu.
Psikolojide, sosyal bir uygulama söz konusu olup, ilaç yazılmaz. Ancak uygulamaya psikoterapi deniyor ve terapik özelliğinden ötürü de tıbbi bir birikim bekleniyor(muş).
Bu da psikologta değil, psikiyatrda var, o sebeple de psikiyatrlar lobicilik faaliyeti yaparak, bir genelge yayınlanmasını sağlamışlar.
Yandaki resimde görülen genelgenin sadece son paragrafını paylaşmak istiyorum:
"... Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Bölümü mezunları ile ... Özel Psikolojik Danışmanlık adı altında faaliyet gösteren merkezlerde tıp fakültesi mezunu olmadıkları halde hasta muayenesi ve tedavisi yaptıkları ..."
Söylenebilecek o kadar şey var ki...
Psikolog değilim, ancak onlara yapılan bu uygulama beni de rahatsız etti.
Bu konuyla ilgili olarak, saçma yorumlarla dolu olsa da bir portal kurulmuş, tıklayıp incelemenizi öneririm.
Öneri demişken, çözüm de sunulmuş bu genelgede; bir hekim nezaretinde hizmet verilmesi. Yani hizmet ehliyetlerini ellerinden alıyorlar ve diyorlar ki "Ya yapma ya da gözetim altında yap."
Zaten dünyanın terk ettiği uygulamalarla meslekleri çekilmez hale getirilmişken, üzerine böylesi baskılar, düşündürücü geldi.

Non-formal eğitim ne ola ki?

Aldığım 9493646263 eğitimin neredeyse tamamında, birileri konuşur, biz de dinlerdik.
Ancak üniversite hayatımın ilk yıllarından beridir "hocanın anlatması" yerine, bizim öğrenmemiz üzerine kafa yormuştum bazı bazı.
Sonrasında, seneler sonrasında, deneyimleyerek öğrenme üzerine birşeyler yazmaya, çizmeye başladım ve eş zamanlı olarak birden "bilgi"ler akmaya başladı.
experiencial training (deneyimsel eğitim), non-formal/informal (biçimsel olmayan) eğitimler vs... Benim ilgi alanımmış, sonradan öğrendim.
Bu tip eğitim tipinde, yolları ezberleyip, "doğru yapabilme" amacında denemeler yapmak yerine direk hatalı olsun olmasın, deneyimler kazanıyorsunuz.
Böylece birilerinin anlattıklarını dinlemek yerine, "biz" oluşuyor ve herkes herkesten, ezber bilgi yerine, hücrelerinize oturmuş öğrenimler, eğitimler alıyorsunuz.
Hani seminerlerde de "hadi arkadaşlar, şimdi gruplaşalım" denildiğinde bu mantık uygulanıyor bir nebze, ancak non-formal eğitim, ara ara değil, tamamen bu sistem üzerine kurulu.
Buna dair ilk güzel örneklerimi Derya Akkaya'nın koçluk eğitimlerinde edindim sanırım.
JCI'ın eğitimlerinde de seminer tarzı ve bu tarz içiçe. Ancak İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti'nin Gönüllü Programı eğitimleri, tamamen bu kurgu üzerine ve eğitmenlerin (Tekne isminde bir eğitim dükkanı) başarısından mıdır, sistemin verimliliği midir...
Şiddetle, hiddetle, sevgiyel tavsiye ediyorum bu sistemi deneyimlemenizi.
En kısa zamanda tekrar değineceğim bu konuya.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

İndigolar Buluştu :)


Birçok arkadaş merak ediyordu, indigolar kimdir, ne yaparlar vs:)
Onlar ayrı bir kozmogonik noktadan dünyaya inen, ne dediği de anlaşılmayan tiplerdir ya:)
Neyse efendim, yıllar önce İndigo Türkiye olarak kurulmuş bir grubun ilişkilerinin devamı olarak bir oluşuma gidilmişti; İndigo Dergisi.
Kurulumunu takiben de her yıl en az bir kez olsun İstanbul'da buluştuk.
Dün de önce yazar ve yönetim kadrosu olarak buluştuk, ardına da bazı katılımcılarımızı, okurlarımızı aldık aramıza ve geceye kadar süren hoş sohbetler ettik.
Sohbet kısmında tanışma ve kişisel gelişim odaklı sohbetlerle dedikodular ağırlıklıydı, zaten maksat bir araya gelmek.
Oysa yazar ve yönetimle yapılan kısımda ise önümüzdeki adımlara yönelik beyin fırtınaları, bazı yeni çalışma alanları ve etki getirecek bazı projeler üzerinde konuştuk.
Okuyanlar var, duyanlar var... Dileyen, farklı bir yarın için, dergimizi takip edebilir.
Ayrıca bulunduğunuz şehre göre açtığımız Facebook Gruplarına da bekleriz:
İstanbul için buraya,
Ankara için buraya,
İndigo Fan için de buraya tıklayabilirsiniz.

1 Temmuz 2010 Perşembe

Bismillah:)

Kaç zamandır düşünüyordum, bir web sitesinden daha etkin olabilir mi bir blog diye.
Galiba öyle olacak:)
Web sitesi enflasyonu yaptım kendime, bazıları biliyor.
6 ayrı web sitesi yaptım, her bir konu için ayrı ayrı. Noldu? Doğru düzgün ilgilenemeden hepsi ortalamanın altında kaldı.
Aralarında sadece ikisi aktif denebilir, o da bir nebze; birisi http://nasildahaiyiyaparim.com/ ile her projeme kolay geçiş noktası, diğeri ise kişisel web sitesi edasında http://www.mustep.com/
Ancak onda da ayda bir değişiklik oluyor ve o da bir yayınlanmış yazı eklemek istersem.
Aklıma birşeyler geldikçe, ki bolca geliyor, artık fırsat buldukça blogta yayınlamayı düşündüm ve ilk yazımı da Düşler Akademisi üzerine yazayım, sonra bir girizgah yapayım istedim.
İstanbul 2010 Kültür Başkentliği etkinlikleri, bu etkinliklerin eğitim faaliyetleri, gönüllüsü olduğum diğer oluşumlar, Zumbara (zaman kumbarası), Brahma Kumaris (http://www.meditasyonyapalim.com/) ve diğer derneklere dair konuları da hızlıca paylaşmaya çalışacağım.

Düşler Akademisi'ni değerlendirdik


1 yıllık geçmişte tanıştığım ve son yıllarımın benim için en anlamlı insanlarından pilates eğitmenimiz Sem Tutal'dan zaten birçok dostuma övgüyle bahsetmişimdir.
Yine onun kadar samimi, kardeşi Ercan Abi (Tutal) ile tanışmıştım bir sulu İstanbul gününde ve Sanat-çı Engel Tanımaz sloganıyla yürüttüğü Düşler Akademisi'yle de.
Bir döneminde de gönüllü olma şerefine eriştim bu akademinin.
Bugünse neler yaptığımızdan, rapor olarak bilgilendik.
Hangi atölyelere kaç öğrenci katıldı, kaç gönüllü destek verdi, ne kadar sürdü ve bunların ekonomik değeri, projenin sürdürülebilirliği, topluma kattıkları, bizlere kattıkları, mevcut ve olası sosyal etkileri...
Belirlenen zamanlamasını 1 saat kadar aşsa dahi, çalışma dönemindeki yakınlaşmadan mıdır, projenin samimi çekiciliğinden midir, kimse kalkıp gitmedi. Hmm, sadece Danny, işi olduğu için ayrılmak zorunda kaldı, o kadar.
Çok dernekte bulundum, gönüllü olarak, katılımcı olarak, vs... Ama sanırım ilk kez bu kadar sıcak bir ortamla karşılaştım.
Düşler Akademisi, Alternatif Yaşam Derneği'nin (http://www.ayder.org.tr/) bir oluşumu. Henüz Ayder'in etkinlikleriyle tanışamadım, ancak duyduğum kadarıyla Düşler Akademisi kadar dolu, hatta daha da dolu ve efektif geçiyormuş.
Sonuçta kurulup da gönüllü ve eğitmenlere terk edilen bir çalışma değil, başkanıyla, yetkilileriyle beraber birşeyler yapıyoruz. Ve evet, birşeyler yapıyoruz, yani gözle görülür sonuçlar elde edebiliyoruz, öylesine toplanmış, engelli çocukların eline darbuka verilip de oyalamaca yapılmıyor, Social Inclusion Band ve Düşler Kumpanyası diye iki ayrı marka, iki ayrı ekonomik değer yaratacak kadar ciddi bir şeyler yapıyoruz orada.
İşin ekonomik boyutunu da gözler önüne serdiler. Projenin etkinliğinin takibi konusunda Mikado Danışmanlık faaliyet yürütüyor ve yakında bir ara rapor yayınlayacakmış. Ancak şu an için eldeki verilere göre yaklaşık 290.000 TL gibi bir rakama ulaşılmış oluyor sadece bu yıl için, fiilen tüketilmeyen, ancak destekler sayesinde yararlanılan değer olarak.
Ayrıca buna yaklaşık olarak toplamda 150.000TL değerinde de eğitmen ve gönüllü desteğinin değeri eklenirse, yine sadece ve sadece 2009-2010 dönemi için, toplamda 440.000TL'lik, nakdi yatırım tüketilmeden değer yaratılmış oluyor. Ne dersiniz? Hoş bir ekonomi değil mi?
Dedim ya, benim tanışmam çok taze, ama yaşadığım sıcak atmosfer...
Neler yaşadım pekala orada?
Hmm, o kadar çok sayıda, o kadar derin duygulara hitap eden anılardan sadece ilk akla gelenleri söyleyeyim;
Kapanış günü, otistik tanısı konmuş, ancak bana göre sadece kiminle iletişime geçeceğini seçen bir öğrencimizin, bana sarılması... Aklıma geldikçe gözlerim kımıl kımıl oluyor.
Gönüllüsü olduğum atölyenin öğrencilerinden birinin "sizi çok seviyorum hocam" şeklinde konuşması, oysa gözleriyle görmedi bile beni...
Bir başka öğrencinin, iki hafta yoğunluklarımdan ötürü gidemedim diye, gördüğünde hesap sorup, beni özlediğini söylemesi...
Bir zihinsel dezavantajlı öğrencimize, gitar çalmayı bilmiyorken, ritm tutmayı gösterebilmek...
"Engelli bir çocuğum var" psikolojisine gömülmüş bazı velileri gözlemlemek...
Yazdıkça yazasım geliyor açıkçası.
Sanırım yaz aylarında, İzmir'de yürütülen Alternatif Yaşam Kampı'na katılamayacağım, ama bir sonraki dönem için, İstanbul atölyelerinde daha da aktif olmayı planlıyorum.