26 Ağustos 2010 Perşembe

Kartlarla terapi mi?


Dün seminerimi vermek için Tuva Sanat'taydım, ama erken gittim. Çünkü yeni tanıştığım Nicolas Lecerf ile, bana kendi terapisini yapması için buluştuk. Biraz bundan bahsetmek istiyorum.
Öncelikle Nicolas hakkında kabaca bilgi vermek gerekirse; aslen Fransız olan, ancak Çin'de, Kanada'da, Avrupa'nın birçok noktasında önemli danışmanlıklar yapmış ve sürdürülebilir başarı üzerine uzmanlaşmış, 45 yaşında bir hoş insan.
Çalışmasının adı ise Tarot Terapi.
Eskiden tarot yorumlayan birisi olmama rağmen, ilk kez böyle bir yaklaşım gördüm diyebilirim.
Klasik beklentilerdeki gibi gelecek tahmini değil, dün nasıldı, bugünün nasıl ve hangi deneyimlerin, hangi sebeplere dayanıyordu... Bu gibi başlıklar üzerinde duruldu diyebilirim.
3 partilik çalışmanın ilk seansı benim için hem çok verimliydi hem de bazı kişisel sebeplerle çok onore ediciydi.
Özgüvenimi artırdım diyebilirim, biraz daha kendini tanıyorsun, bir güzel ağızdan duyarak.
Bundan sonraki aşamada, aklınızda herhangi bir soru varsa, onu sorabiliyorsunuz.
Benden önceki arkadaş mesela projesinin akıbetini sordu; sürecin gedikleri, problemleri ve olası çözümleri çıktı ortaya.
Arkadaş projesini düşünürken projelerle, işlerle ilgili bir karttı elindeki. Ben "o mu, bu mu" derken seçimlere vurgu yapan bir kart seçtim ve sonra diğer kartlarla bunları destekledim.
Hatta, yapılan işlem her seferinde desteden bir kart seçmek olsa dahi, çok spesifik bir sürecin tüm adımları sırasıyla dökülmüştü önümüze.
Aklınızdaki tüm soruları sorabiliyorsunuzdur sanırım bu aşamada, ama bana bir tanesi ve cevabı yetti.
En son bölümde ise, rastgele bir kart seçiliyor ve yorumlanıyor. Tavsiye adını veriyor Nico buraya. Burası da diğer bölümlere çok yakındı ve gayet verimliydi.
Hiç bilinmeyen birşey değildi Nicolas'ın bana söyledikleri, ancak zaten olay da burada sanırım. Önümde bulunan noktaları, hayır niyetli birisi, benim seçimlerimden yola çıkarak, bana göre tasnifleyip anlatıyor.
Terapilerle aram pek iyi değildir, ama bunu sevdim. Okuyup da görüşmek isterseniz, bilgi isterseniz diye mailini vereyim; nlecerf@gmail.com
Facebook'ta izlemek için tıklayın.
Kendisini Kalamış'ta Hariom Yoga'da, Taksim'de de Tuva Sanat'ta bulabilirsiniz.
Kendimizi affedebilmemiz dileğiyle...

22 Ağustos 2010 Pazar

Allah mı, babam mı?

Geçen gün sohbetler öyle bir konuya geldi ki, elde alkol, ağızda din...
Önce iki kişi konuşuyordu, birisi düşüncede muhafazakar, görünüş gece kızı; diğeri ise görünüşte bir özellik yok, düşüncede birlik inancı.
Beyimiz kızımıza Allah'ın gereksizliğini anlatırken, sahilden kalkmış da gelmiş imajındaki hanım kızımız da dininin fayda ve kazandırdığı güçleri aktarıyordu.
İşin hoş tarafı, iki tarafın da bir inancının olması ve bunu ifade edebilmeleriydi... Boş değillerdi yani.
Ancak birbirlerine kendi fikirlerini empoze etme çabaları, kızımızın kalkması zorunluluğuyla şükür ki son buldu.
Ama bu sefer yeni bir tartışma doğduç
Kızımızın oturaklı ablasına, neden kardeşiyle ilgilenmediği serzenişleriyle baskılar peydah oldu.
Düşüncelerinin bir dayanağının olmaması, sesinin tok olmaması, yakışıksız yaklaşımlar, bu çarpık düşünceler yüzünden 3 gün sonra kimsenin fikrini özgürce ifade edemeyecek olması...
"Abla" ise, kardeşinin de bir birey olduğunu hatırlattı; onun da kendi aklı, kendi seçimleri olduğunu, birlik inancı-teklik inancı ya da inançsızlığın... Herkesin kendi yolunu kendisinin çizmesi...
Bu klişelerden ziyade dikkatimi çeken, elemanın bu yaklaşıma yorumuydu;
"Haklısın" diyordu, "herkesin bir fikir özgürlüğü var ve kendi yolunu kendi çizer" dedi, "ama" diye devam etti; "ama bu insanlar yüzünden biz fikrimizi söyleyemiyoruz..."
Sizce de bir tezatlık yok mu?
Odağımızda ideal gördüğümüz yer mi, mutlu olduğumuz yer mi?

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Hhhğhaaaaaayyyyyyt


Garip sahnelere tanık oldum bugün.
Taksim'de bir gönüllülük toplantısına gidiyordum.
Yürürken "Ho, ho..." sesleri duydum, hani filmlerde gördüğümüz, sığır güden çobanların seslenişi...
Bir abimiz dalmış gitmiş, tramvay rayları arasında yürüyor. Arkasında da tramvay, zilini çaldıkça çaldı, ama abimiz duymadı, haliyle raylarda yürümeye devam ediyordu.
Herkes dönüp abimize bakıyordu, bu sığırcı amcalar da "ho, ho"luyordu.
Tam adamların sesindeki rezil edici ifade ve abinin yüzündeki şaşkınlıkla bezeli, rezil olmuşluk ifadelerine bakınırken ben, "Hhhğhaaaaaayyyyyyt!" gibi bir ses duydum.
Az önceki elemandan ötürü yavaşlamış, ama seyrine devam edecek tramvaya, kaçak olarak binecek bir "abi", basamaklara oturmuş bir "ufaklık"a, çekilmesi için sesleniyordu anladığım kadarıyla.
Garip bir güne başlangıcın getirdiği, garip ortamlarda, garip insanların, garip seslerle, garip iletişimleri...

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Şaman da olsan avatar da...


İlk kez dün izledim herkesin dilinden düşmeyen Avatar'ı, hoş filmmiş.
Eh, Şamanizm'e yapılan göndermeler, daha da hoşuma gitti, özellikle ağacın etrafındaki ritüelleri. Filmin uygun bir sahnesini ararken ise, yandaki resimle karşılaştım Google Amca'da.
Filmde dikkatimi çeken birkaç şey oldu, onlardan bahsetmek istiyorum.
Jake Sully'nin, ahaliye köyün başındaki derdi anlattığı, ama bunu daha önce bildiğini de itiraf ettiği
sahneyi hatırlayalım. Bir uyarıda bulunuyor, yanında da bir itiraf.
Ama mavi sevgilisi, güvenine ihanet edilmesinin acısıyla, bilincini kaybediyor ve onların cezalandırılmasını istiyor. Egosunun yediği darbeyle aldığı bu karar da ona ve tebasına, köyün önündeki tehlikeyi unutturuyor ve hazırlık yapmak yerine, adamın cezasını kesmeye gidiyorlar.
Klasik kadın hali:))
Tehdit ne olursa olsun, merak ve ego tatmin olmadıkça, adım atamıyoruz biyolojik bürokrasimizden ötürü.
Az önceki yaklaşımda kadın olma hali, işin şakası gözlediğim kadarıyla, ama tehditi unutmamız hiç de şaka gibi sonuçlanmıyor.
***
Gözüme takılan bir diğer unsur ise;
Amcamız köy tarafından red edildiğinde, köye kendisini, daha önce kimsenin yapmadığı bir hareketle kabul ettiriyor hatırlarsanız.
İstenmeyen adamken, birden aranan general, hatta kurtarıcı oluyor ve Toruk Makto diye bir sıfat alıyor, ki sadece bu sıfatı sayesinde yapıcı birşeyler elde edebiliyor.
Özellikle bu sahnelerde vurgulanan kahraman, kahramanlık ve "zoru başaran adam" kavramları sırasında, filmin dizgisinden ötürü, bir ara gökten de Amerika Bayrağı gösterirler diye bekledim:))
Kim olduğum, kim olabileceğim, ne yapabileceğim, ne düşündüğümden ziyade, köye girişim demek ki hitap ediyordu insanların gözlerine de gönüllerine de.
Şaman da olsan, avatar da... Demek ki devir hep "Ye kürküm, ye".
Şükür ki toplumlar, filmlere, kitaplara göre yürütmüyor yaşantılarını ?!?!?!? :)

Son günlerden bir kaç deneyimim

Son günlerde enteresan geçirdim diyebilirim zamanımı.
Benim için çok değişik koçluk deneyimlerim oldu mesela. Ayrıca kendi üzerimde de çeşitli şeyler fark ettim artılı eksili.
Yaptığım en zorlu koçluk uygulamalarından birisiydi, pek anlaşamadığım kardeşimle olan. İletişimimizi geliştirmemiz gereken çok konu var önümüzde ve bir koç olarak egomu sık sık yönetmek durumunda kaldım. Çünkü söz konusu, bir abi-kardeş ilişkisine de sıklıkla değiniyordu. Başlangıç noktasının da, güzergahın da, sonucun da benimle ilgisi yoktu, ancak kan bağı, sıklıkla kendini gösterdi işte.
Bir başka deneyimim, ilk kez işletme koçluğu yaptım, daha doğrusu girişimci koçluğu. Son zamanlarda aklımd aolan bir konuydu ve yakında bununla ilgili bir çalışmam da olacak.
Taze girişimci iki ayrı kişiye, bir tür kariyer koçluğu yaptım şeklinde de ifade edebilirim. Zevkliydi ve ilgilenilirse önü açık geldi bana.
Bir başka deneyim ise, grup koçluğuydu. Daha önce sadece duyduğum birşeydi ve ilk tanışmamız, birebir uygulama şeklinde olmuştu. Açıkçası mükemmelliyetçiliğimden midir, çok da başarılı bulmadım bu noktada kendimi, ama siftahdı benim için ve çok şey öğrendim diyebilirim.
Bir başka deneyimim, artık MSN kadar, mesajlaşma yoluyla da koçluk konusunda ivme kazandığımdı. Sanırım yakında her türlü iletişim yoluyla koçluk konusunda deneyimleneceğim. Son deneyim, (deney diyorum, çünkü bir tür deneydi benim için), facebook üzerinden mesajlaşarak koçluk şeklindeydi. Enteresandı, ama baya başarılı sonuç verdi ve aynı anda iki ayrı kişiyle yaptım.
Daha başka şeyler de vardı, ama saat şu an 02:30 oldu ve yorulan zihnim artık yeterli bu kadar yazdığın dedi, duruyorum.
Yine de aklımda kardeşimle olan deneyimim var.
Aynı kandan olsak da, aynı çatıda yaşasak da, yakın zevklerimiz olsa da, akraba pencerelerden baksak da... o kadar çok görmediğim ve/veya görmezden geldiğim konu varmış ki...
Sanırım, her aile ferdi, koçluk veya benzeri uygulamalarla birbirlerini daha da yakından tanıma ve anlama imkanı bulabilirler...

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Rota mı bana etkiyor, ben mi rotaya?


Uzun bir süredir merak ediyordum gelecek konusunu. Ona mı sürükleniyoruz, yoksa onu değiştirebilir miyiz?
İzlediğim dizilerden biri Flash Forward. Bir deney sebebiyle insanların bayılıp,ileri tarihte belli bir günün, belli bir saatinde neler yaşanacaksa, onu gözlemliyorlar tüm dünya halkı olarak.
Ama o sırada "yarın"dan hoşlanmayanlar, farklı birşeyler yapabilmek için çabalıyordu.
Mesela baş aktör, sorunu çözmek ve tekrar etmemesi için o kadar çok kafa yoruyordu ki, strese girdi ve evinden uzaklaştı. Bu boşluğu da bir başka adam doldurdu ve vizyonunda gördüğü gibi aldatılma yaşandı böylece.
Ama başka bir aktör, bir sorunu çözmek için intiharı tercih etmişti ve o sorun, amcamız öldüğü için dedektif ortağı tarafından icra edildi istenmeyerek de olsa.
Aynı şekilde Supernatural'da da abi-kardeş şeytan avcıları, mitlerdeki abi melek Michael ile kudretli ve terk edilen kardeş Lucifér'in kavgasına sürüklenmişti.
Acaba bir gelecek yazılı ve biz de ona mı sürükleniyoruz, karşı çıkmak ya da değiştirmek için ne yaparsak yapalım...
Ya da bir gelecek ümidiyle onu doğurmak için mi hareket ediyoruz?
Flash Forward'da da mesela, lezbiyen bir bayan vardı ve vizyonunda hamileydi.
An itibariyle lezbiyen, ama 6 ay sonra 3 aylık bir hamilelik olacaktı. Mantığına yatmadığı gibi, umurunda da değildi. Ta ki bir çatışmada, rahimleri zedelenip de hamileliği tehlikeye girene kadar.
O da bunun üzerine, sırf vizyonunu yaşamak istediği için, anlaşmalı bir ilişki ile gebe kaldı ve o gün, vizyonundaki gibi hamileydi.
***
Kendime bakıyorum. Çalışıyorum, çabalıyorum, koşturuyorum...
Çok sevdiğim birisi şu kadar süre sonra şöyle olacak demişti bir gün falıma bakarken. O kadar emin söylemişti ki aklıma yazdım.
Başka bir gün, bir astrolog ablam da, bu kişiden tamamen bağımsız olarak bana bir tarih verdi ki aynı günlerdi, aynı olaylardı...
İlk konuşulan günlerde "Hadi canım" dediğim bu olayların gerçekleşebilirlikleri, bugünlerde gayet olası ve umuyorum ki bahsi geçen tarihlerde oluşacaklar.
Pekala bir gelecek tayini sayesinde, ben oraya mı çekiliyorum? Yani, bir olasılık, güçlü bir ifade ile şekillendirildiğinde, biz onu gerçekleştirmek adına mı yollar alıyoruz?
Ayrıca kader mantığına da değinmeyi planlıyorum.

13 Ağustos 2010 Cuma

Çamur mu, ense mi?

Az önce bir afiş gördüm "Ya işsize iş bulun ya da defolun"
Hükümetin istihdam yaratması, zorunlu ödevlerin arasında olmasa da, devletin bekâsı için gerekli görülür.
Ancak KOSGEB destekli aldığım bir eğitimde, bir kişilik istihdamın, 2009 verilerine göre devlete külfeti 289.000TL idi.
Bunun yanında ise, o bir kişi, bir fikir edinip onu besleyerek ya da mevcut bir fikri destekleyerek, bundan çok daha düşük maliyetlere, kendi istihdamını yarattığı
gibi, başkalarına da istihdam sağlanabilir.
Ve devlet mercileri, bunun için desteklerde de bulunuyor.
Ama...
Yakınlarda bir gün, yeni tanıştığım birisiyle sohbet ediyordum.
Önümüzden geçen otobüste de ÇiçekSepeti.com reklamı vardı.
Eleman başladı söylenmeye.
"Bu firma yüzünden 3 öğrencim işsiz kaldı.", "Kesin belediyeden tanıdıkları vardır, otobüslere reklam, oraya buraya reklam... piyasayı sildiler süpürdüler", "Bunlar parayı toplarken benim arkadaşlarımsa günü kurtarırsa kâr diyorlar"... falan filan.
Kullanıcısı olmasam bile, değişik bir iş fikri olduğuna göre, kazanç sağlamış olacağını, onun tanıdıklarının da piyasa pazar payı kalmamışsa, yeni ve değişik birşeyler bulmalarının verimliliği üzerine konuştuk biraz.
Henüz söylediklerimin etkinliğini irdelemeden söylediği ilk cümle; "o dediğin şey; liberalizmi savunmak olur".
Gülümsedim. Yaptığım şey bir görüşü savunmak değil, sorun addedilen bir duruma çözüm olarak alternatif üretmekti.
Ama sohbetin devamını tahmin edebilirsiniz.
Düşüncelerimi çürütmeye çalışmış ve yerine bir çözüm koyma çabasına da girmemişti.
Ne zaman ki bu yaklaşımı dilinden de döküldü, "bak, şimdi çürüteceğim" dedi,...
İkimizin de düşüncelerini toparlayıp sohbetin seyrini ve konusunu değiştirdim.
İktisatta üzerinde durulan konulardan birisi de istihdam ve enflasyon arasındaki politika seçimi. Yani ya enflasyonu düşürmeye yönelik politikalar yapılır ve işsizlik artar ya da tam tersi... Klasik savunu bu şekildedir.
Ancak hem enflasyonu düşürmek hem de işsizliğin artmasını engellemek, yani istihdam artışı, ancak girişimcilikle mümkün oluyor.
Devletin istihdam yaratması için harcama yapması enflasyonu artıracaktır ve birey kendisini tüm alemden ayıran o güzel beynini kullanarak bir ley icra etmek isterse devlet zaten artık destekliyor.
Oysa o arkadaşımın "azıcık aşım, kaygısız başım" mantığında olursak, ne kadar yaratıcı, ne kadar üretici, ne kadar gelişimci olabiliriz?
Haliyle insan merak etmiyor mu? Üretmek mi niyetimiz, yoksa ense yapmak mı? Belki de yapanı örnek alıp motive olmaktansa, ona çamur atmak daha eğlencelidir...
----
Girişimcilikte devlet destekleri konusunda çalışmalarla ilgili bir bilgi gerektiğinde iletişime geçebilirsiniz.

tüketim üzerine

Salı günü yaptığım sunumda, konumuz erdemler olsa dahi sık sık ademoğlunun tüketiciliğine gelmişti konu.
Yakınlarda sanırım bunun üzerine konuşmalıyım.
Ama şu günlerde, tüketmemek üzerine biraz araştırma yapıyor ve deneyimler ediniyorum.
Bize iktisadı, sınırlı kaynakların, sınırsız ihtiyaçlarımız için optimize etme sanatı olarak öğreten dünya, acaba birşeyleri saklıyor olabilir miydi?
"Öz" sorgulamasında sıkça ruh kavramıyla karşılaşıyoruz.
Koçluk başta olmak üzere bir gelişim ve destek hizmetinde de özümüzü ve önümüzdeki kavramın, olgunun özümüze uygunluğunu sorguluyoruz.
Pekalâ o kadar önemliyse ve üzerine mesai harcanacak kadar gerçekçiyse özümüz, acaba özümüzde de açlık var mıdır?
Özümü de yemeğe muhtaç mıdır?
Özümüz dinginse, ancak ben değilsem, bunun sebebi ne olabilir?
Başka bir yazıda bunları cevaplayacağım...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Otobüs Şoförü

Şu sıcak günlerden olsa gerek, toplu alanlarda tartışmala daha sık tanık olmaya başladım, özellikle toplu taşım araçlarında.
En son bu akşam şöyle bir şey gerçekleşti.
Yolda kısa süreli bir tıkanıklık vardı ve şoför de durağa yanaşmayı bekledi kapıyı açmak için. Ancak hemen arkamdan "orta kapıııııııı" diye bir ses yükseldi en baritonundan.

Şoför de açtı kapıyı, amcam da indi böylece, ağzından dökülen "salak" sözüyle.
Kaçımız karşılaşmışızdır bu öyküleştirilmiş durumla.
Ama birşey dikkatimi çekti, o adam şoförün gerçekten salak olduğunu düşünüyor muydu?
Yoksa 10 sn beklemenin getirdiği ızdırabla, içinde karşı konulamaz bir tepki doğdu ve bunu kusmuş olmak mı istedi?
Aklımda bir soru; inip sorsaydım, "otobüsün içinde çok mu daraldınız da, inerken bir adamı alelade aşağılamayı gayet normal bir hareket olarak yaptınız" diye, nasıl bir cevap alırım?
Hareketleri ve yaydığı enerji, bu konuyu kaale almayacağı şeklindeydi.
Acaba biz de günlük yaşantımızda, hiç önem vermeyip, kaale almayıp, ardına berisine bakmayıp, sırf "benden çıkmış olsun da..." diyerek ağzımıza geleni süzmeden, etmeden söylüyor olabilir miyiz?

O mu, bu mu?

Bugün, bir hafta içindeki üçüncü konuşmamı yaptım. Yine adres aynıydı, ama konu farklıydı.
Üç sunum, üçü de birbirinden farklı, üçü de benim için yeni sayılabilecek konular, en azından sunum için yeni sayılabilecek konulardı.
Ama rahat olsam ve sorular sorulsaydı ne gibi noktalardan gelirdi diye düşünüp, konuları buna göre seçmiştim.

İlki keyifliydi, mesleğim üzerineydi; koçluğu tanıttım, mantar gibi ürememize kadar gittim, alternatiflerimizden ve tamamlayıcılığımızdan, vs...
İkincisi, bir dizi şeklinde kurguladığım, kişisel gelişim inovasyonu üzerineydi. Kaderci zihniyetten sezgilere odaklanmak üzerine yürüdük.O da iyiydi, hele ki sonunda az da olsa para kazanmak, çocukluk hayalim olan konuşarak para kazanabilmek, çok mutlu edici bir durumdu benim için.
Bugünkü konumuz ise erdemler üzerineydi. Biraz zeka kavramları, iq, eq, sq ve sq'yü dahi bilmeyenler için aq kavramları üzerine durdum.
Son dakikada öğrendim konuşacağımı ve ne üzerine konuşayım derken erdemler çıktı karşıma.
Katılımcılar, bazı yeni kavramlar ve yaklaşımlar öğrendiklerini dile getirdiler, dinleyici olarak teşekkür edip, keyifli olduğunu söylediler sonunda.
Oysa ben, kötü olmasa da havada kaldığını düşünüyordum.
Tatmin olmamıştım kendi sunumumdan yani, sözün özü bu. Ama katılımcılar memnun... Pekala ben hangisini baz alacağım?
Kendi memnuniyetsizliğimi mi, katılımcının tatmin oluşunu mu?
Hangi düşünceyi izlersem kendime birşey katabileceğim?
Üçüncü bir olasılık doğuyor o zaman; dinleyicileri memnun etmenin hazzını aklıma yazıp, kendimi geliştirmeye devam ederken bu hazzı motivasyonumda kullanabilirim sanırım :)))
Oluşlarla karşılaştığımızda da sonuçlar bizi memnun etmese de muhataplarımız memnun olabilir. Muhataplarımızın memnun oluşları, bize birşey katmaya da bilir. Ama kendini geliştirme süreci, bolca emek istediğine göre, bu emek sırasında motivasyon desteği fena olmaz herhalde.
Genellikle "o mu, bu mu?" dediğimiz için de, daha da verimli olabilecek üçüncü seçenekleri görmezden gelebiliyoruz.

Eksiyle Eksinin Toplamı Ne Eder?


Malum yaz ayları; birçok yeni ilişki başladığı gibi, birçok ilişki de sıcakların baskıcı etkisiyle bitebiliyor, ara alıyor, çatlayabiliyor.
Bir dostumun da uzun soluklu bir ilişki bitti bir kavga ile.
Sık sık tartışırlardı zaten, sonrasında ise incir çekirdeğini doldurmayan (!) bir sebeple bitirdiler.
Ancak konuşmamız sırasında bazı noktalar döküldü önümüze.
Mesela o sebep, incir çekirdeğini doldurmayacak kadar küçük müydü, yoksa onun gibi 465465475613546351 küçük sebep daha mı vardı?
Bunun ayırdı gibi şu da vardı; acaba gerçekten önemsiz bir sorun muydu, yoksa onu bir taraf önemsiz görürken, karşısındaki önem veriyor olabilir miydi?
Hazır "bu" ve "o" taraf diye ayrıma gitmişken, nerede "BİZ" olunuyordu ilişkilerinde?
"Bu" taraf, "o" tarafa ve "BİZ"e; "o" taraf ise "bu" taraf ve "BİZ"e ne kadar saygı gösteriyordu?
Burayı daha da derin sorguladığımız zaman ikisinin de biraz kendilerinde işlem yapmaya ihtiyaçları oldukları çıktı ortaya.
Eksik buluyorlardı gördükleri saygıyı da duydukları saygıyı da... Eksik görüyorlardı kendilerini de karşı tarafı da...
Bilinçli şekilde ifade ediyorlardı ya da etmiyorlardı, ama eksiklerdi.
Pekala dedim, eksi ile eksinin toplamı ne eder?

5 Ağustos 2010 Perşembe

Tütüyor Arkadaş


Çocukluğumda binaların yola bakan, büyük düz cepheleri boyanarak yapılıyordu dış mekan reklamcılığı, hatırladığım kadarıyla.
Zamanla billboardlar eklendi sokaklara.
Derken inşaatların koruma duvarları neden kullanılmasın diye düşünüldü sanırım. HSBC'nin saldırı sonrası yenilenen binasının inşaatı ya da Şişli'de, mezarlık arkasındaki inşaat...
Otobüsler turlarken neden reklam yapmasın denilip giydirilmedi mi?
Şoför koltuğunun arkasında duran plastik panoya duyuru asan insanlar, neden reklam da konmasın demiş bir ara.
Oraya reklam asılabiliyorsa, elimizle dayandığımız ve sık sık baktığımız tutacaklara yapılamaz mıydı?
Kim bilir, belki yakında biletimizi okuttuğumuz alanda da seyir esnasında reklamlar yayınlanır ya da bilet okuma mesajları; "Bıdı Bıdı Gazetesi iyi günler diler", "Yardımlarınızla var olan Mehmetçik Vakfı, biletinizin bittiğini uyarır"...

Billboardlara dönelim yine.
Birbirine atıfta bulunan yan yana reklamlar kullanıldı ama yöntem olarak sanırım esas tutulan, yanlamasına kocaman reklamlardı.
Devamında ne olur demiştik ki birşeyler kondu billboardlara, sandalyesinden mankenine... İki boyutlu sıkıcılık gitti. Hemen ardına o konuyorsa, ışık neden olmasın ki dendi, LED'leri döşediler ve görsel güzellik de arttı. Mesela sanırım PS3'ün reklamıydı, adamın gözlerinde ve fondaki şimşeğin ışıkları çok çekici yapmıştı...
Az önce ise, Knorr'un yeni bir reklamını gördüm. Çorbayı tüttürmüşler arkadaş. Kokusu da olacağını sanmıyorum, ama çorba görselinin üstünden buhar veriliyor...
Tebriklerimiz reklam sektörümüze gidiyor.
Umudum radyo reklamlarında da gelişme olması.

Farklı bir reklam anlayışı


Dün akşam Brahma Kumaris Derneği'nde bir akşam yemeği buluşması vardı.
Keyifliydi. Orada geçirdiğim her saniye, beni ayrı dünyalarda hissettirebiliyor zaten.
ama sadece yemek yemek yemedik, öncesinde ruhsal gelişim üzerine biraz sohbet de yaptık, hoş bazı oyunlar oynadık.
Birinden bahsetmek istiyorum: sevdiğimiz bir erdemi seçecek ve onun reklam metnini yazacaktık, sonunda diğer misafirler bunu tahmin edeceklerdi ve satılsaydı, almak isterler miydi diye kurguladık.
Tavsiye olunur bir oyun:) sonuçta kendinizi yoklayıp hem bir envanterinizi çıkarmış olabilirsiniz hem de belki de en öncelikli erdeminiz üzerine yaşamadığınızı fark edip değişikliklere gidebilirsiniz.
Ben benimkini paylaşmak istedim. Metinde ne olduğu yazmıyor, biraz düşünün, tahmin edin isterim. Ama cevabınızı kontrol etmek için, yazının altındaki "etiketler" yazan yerde görebileceksiniz.
Vitrine konulabilseydi, alır mıydınız böyle bir erdemi?
Eğer bir yere gidiyorsanız, yolunuz benimle yapılmıştır ve o yolu benimle aşabilirsiniz.
Gittiğiniz yerin kapısını benimle yapmışlardır ve o kapıyı da ancak benimle açabilirsiniz.
O kapının ardında ne göreceğinizi benimle öğrenebilirsiniz ve ona göre de benim sayemde hazırlanabilirsiniz.
Üstünde durduğunuz da benim ürünümdür, üzerinize örtülen de...

Giriş[ememiş]imcilik Üzerine


Dün bir dostumla beraberdim. Girişimcilik üzerine bazı çalışmaları vardı ve arzuladığı düzeyden de baya geride görüyordu kendisini.
Belki benim kuracağım gibi sosyal değil iktisadi bir girişim üzerineydi onun fikri, belki hizmet değil sinai bir üretim üzerineydi... Ama bir girişimcilik projesiydi.
Biraz dedikodu yaptık, biraz kendimizden konuştuk...
Ekibine geldi konu biraz da, ekibin motivasyonuna, projelerine, karşılaştıkları ve karşılaşabilecekleri sorunlara...
Açıkçası benim için de yararlı bir görüşme oldu, bilgi ve deneyimlerimi tazeledim.
Ama sık karşılaştığım soru ve sorunlardan olduğu için biraz değinmek istiyorum basit bir özetle:
Para kazanma zamanındaki bu arkadaşlar, bir yerde çalışmak değil, kendi işlerini yapmak istiyorlar. Bunun için çeşitli fikirleri (!) de var.
Ancak iş, yani girişim, belli bir fikir üzerine kurgulanan projenin, finanse edilerek döndürülmesi ve bundan nemalanma, faydalanma yoluyla gelir elde etmek diye özetlenirse, salt fikrin varlığı, tek başına cılız kalmıyor mu?
Projeleri yok. Çünkü yazmamışlar. Burada Alphan Manas'ın sıkça kullandığım bir öğüdü döküldü ağzımdan: "Sen fikrini yazacak kadar ona değer vermezsen, ben neden değer vereyim?"
Küçük bir koçluk sorgulaması yapıldığında, eksiğin motivasyon olduğu açığa çıkıyor. Ama zihin, ah zihin... anlam karmaşalarıyla bizi elinde tutmuyor mu?
İşleyen bir sürecin getirdiği haz ve heyecan olarak bakılabiliyor motivasyona, ama iş yapma güdüsüdür de aynı zamanda. Yani henüz sonuç yokken, bir süre de olmayacakken, hatta biz sorunlarla çevriliyken bile adım atabilmek değil midir motivasyon?
Neyin ne olduğunu karıştırabildiğimiz gibi, kısıtlı bakarak da birçok algımızı körleştirir ve ona göre hareketsiz kılarız kendimizi. Ki genellikle hareketsiz oluşumuzu da bilmeyiz, bir hareket halindeyizdir, ama kısır döngü; git, git, git, git, git, ... Aynı yere gel:)
Peki buradaki kısır döngü? Yoktan yere bir fikir doğmuş, bunun üzerine birileri birilerini ateşlemiş ve birleşmişler. Birşeyler yapmak için plan yapalım denmiş, ... Orada uzun bir es gelmiş. Ortada birşey olmadığı için de "yokluk" olan hale tekrar gelinmiş.
Halk dilindeki gaza gelmek ve motivasyon hissetmek arasındaki fark gibi, gaza gelerek işe başlamış, ama sonra da motivasyonumuz bittiği için bıraktığımızı dile getirmişizdir. Pekala neyle başlamıştık? Gazla mı, motivasyonla mı?
Biraz o, biraz bu derken, sıklıkla da kendisini sorguladık. Ekip arkadaşlarının motivasyonunun olmadığı için miydi fikirlerini hala projelendirememiş oluşları? Yoksa kendisinin lider olarak fikre gereken önemi göstermemesi miydi?
Ekip arkadaşlarımıza durumu mal etmek kadar, güdümüzün kaynağını da sorgulamamız gerekiyorken, acaba dedim, bu gaz-motivasyon karmaşasına bir daha mı değinsek...

1 Ağustos 2010 Pazar

Oscar goes to...

Bir dostumun sigarayı bırakması üzerine konuştuk. 8 ay olmuştu ve son zamanlarda feci miktarda sigara istiyormuş canı. Bana da nasıl korunabileceğini, benim ne yaptığımı sordu.
Kendime baktım. Kimliğimle, hobilerimle özdeşleşen sigarayı bırakalı ise 31 ay olmuştu ve ben de bazen isteyebiliyordum.
Ancak donanımım yerindeydi, hırs yapmış, duygularımla oynayabilmiştim ve bırakmıştım neticede. Ama "bıraktım" dediğimde bırakmamıştım tahmin edersiniz ki:)
Sigara benim için önemliydi ve baya yer kaplıyordu hayatımda: günlük 2 paket; 40 dal; 160 dakika...
Haliyle hayatımdan öyle birşey çıkınca, ona yüklediğim anlamlar da askıda kalacak ve oluşan bu boşluk vakum yapabilecekti. Tıpkı daha çok yemek, agresif olmak, başka bir alışkanlığa başlamak veya tekrar sigaraya başlamak gibi.
Bu düşüncelerimde Anthony Robbins'in de büyük etkileri var, birkaç taktiğinden yararlandım çünkü. Bu sayede de oluşacak boşluğu doldurmaya karar verdim.
Sigara her bahanemize rağmen, endorfin hormonu sebebiyle isteniyor diye bir tez üzerinde durmuştum. bu, mutluluk hormonu olduğuna göre, başka nelerle mutlu olabilirim diye taramıştım. Komiktir, pek birşey çıkmadı. Çünkü ben sigarayla kıyaslıyordum herşeyi ve sigarayı çok sevdiğim için de ondan daha mutlu edici birşey bulamamıştım.
Ama Magnum, Essence marka çikolatasını sürmüştü piyasaya ve çok güzeldi. Çikolata da bir endorfin dopingi, kullanabilir miydim acaba?
Sonuçta bir bırakma sebebim vardı, buna sadik kalmamı sağlayacak kararlığım da vardı.
Bu yönde sadece oturup düşünmüyor, eyleme de geçmiştim.
Bir dördüncü aradım masaya, ortamı keyiflendirecek: ödül.
Her zaman yapmadığım, ama yaparken de tamamen "niye o an, onu yaptığımı" hatırlayacağım birşey... Neden o güzel çikolata, böylesi ilahi bir amaç için kullanılmasın ki?
Neden sigarayı istediğim ama içmediğim her gün veya her dönem (hafta belki, ay belki) için gün sonunda ödülüm olmasın bu çikolata?
Geçen gün sabaha kadar birşeyler okuyup araştırmıştım yeni projemle ilgili. Artık yorgunluktan yıkılmak üzereydim ve nereye kadar böyle gidecek diye sorgulamaya başlamıştım. Ama silkelendim biraz ve "ödül zamanı Mustafa!!!" dedim kendi kendime. Bir film koydum ve başka hiçbirşeyle ilgilenmeden, film izledim ense yaparak.
Çok ahım, şahım bir film değildi izlediğim, ama gayet keyifliydim, çünkü hedeflediğim işleri, hedeflediğim zamanda halledebilmiştim ve bunun üzerine bir de ödüllendirilmiştim (hem de kendim tarafından).
Hoşumuza giden güzel şeylerden sonra hemen kendimize bir an ayırma taraftarıyım artık. Durup, an'ın tadıyla beraber "aferin" demek belki...
Ama kilo sorunum yok, keyif de alıyorum, o zaman, çikolataaaaaaaa :)