25 Ağustos 2011 Perşembe

Arkadaşlık varken koçluğa ne hacet?

Geçenlerde birisi sormuştu arkadaşlık varken koçluğa ne gerek var diye.
Ona cevabım, koçluk becerilerindeki gibi zihin açıcı, çözüm ürettirici sorgulamalar yapabiliyorsa o arkadaş, ek desteğe çok da ihtiyaç olmadığı yönündeydi.
Ancak aklıma takılmıştı, arkadaşlık varken koçluk neden diye? Koçluğu arkadaşça, arkadaşlığı da koçluk becerileriyle geliştirebilir miyiz diye?
Ve kendime sorduğum bu sorunun cevabı, hayattan geldi.

Bir arkadaşım var; Meryem.
Sevgilisiyle arası çok kötü. Zaman zaman sorunları çıktığında ben destek oluyordum Meryem'e, ancak bir süredir görüşmedik ve o sırada bambaşka etkenler de devreye girmiş.

Bir arapsaçı ki gemici düğümleriyle de bezenmiş bir ilişki.
Arkadaşıyım, dinliyorum. O kafasına ayrılmayı koymuş gibi konuşuyor, bense ilişkisini sürdürmesine yönelik laflıyoruz.
Çünkü öfkeli ve öfke selinde alınan bir karara yönelik kendi adıma yaptığım şey, tam tersi yönde hareket etmek. Meryem de ayrılmaya niyetliyse, sürdürmesi benim fikrim.
Ancak bir ara söyledi ki; "bana objektif olduğunu sanmıyorum. Sevgilimle mutluydum ve sen de hem mutluluğumu istediğin için hem de genelde bu sahneyi gördüğün için devam etmesini istiyorsun."
Açıkçası objektiflik nefes gibi birşey. Havada nefesimiz de vardır, güneş de vardır, ayıramazsınız bunları birbirinden. Dolayısıyla bu karmaşada net olan bir şey yakaladım ki benden objektif olarak yaklaşmamı istiyordu. Ben de madem arkadaş olamadım, koç olayım dedim ve yumuşak sorularla sorgulamalara başladım.
Bu sayede sohbetimizin ilk 1 saatinde kat edemediğimiz yolu, sonrasındaki 20 dakikada aştık ve neticede bambaşka yerlere geldik.
Cevap bulmayan, karşılanmayan bazı duygusal eksiklikleri yakaladık öncelikle, başkasının sunamayacağı, kendisinin besleyebileceği; özdeğer, mutluluk, huzur gibi.
Bu noksanlığın o tarafından ilişkisine yansımasını yakaladık.
Ve güçlü bir ağlama sağladı, rahatlaması yüzünden okunuyordu vs...

Çözemediği sorunların altında yatan daha derin kökler çıkmıştı ve çözülebilecek şeylerdi.
Küçük bazı şeylere yönelik kararlar, kararcıklar aldı ancak iyileşme süreci zaten başlamıştı.
Sevgilisiyle birkaç saat sonrasındaki ilk görüşmesinde, kavga dahi doğmadan, gayet sağlıklı şekilde iletişim kurabilmişti.
Ve daha bunu konuştuğumuz akşam mutluluğu yeniden hissetmeye başladı.

O fark etti ki, gördüğümüz sorunların altında başka şeyler yatabiliyor ve esas onları çözmemiz gerekiyor.
Ben fark ettim ki, arkadaşlığın taraflı yaklaşımını koçluk becerileriyle geliştirebiliriz.

O sebeple Meryem'in eskiden sadece arkadaşıydım,
Şimdiyse hem çok yakın bir arkadaşı hem de koçu oldum.


Siz de ilişkileriniz başta olmak üzere sorunlarınız için arkadaşlarınızdan sorgulattırıcı şekilde faydalanabileceğiniz gibi,
Koçluktan da yararlanabilirsiniz.
Çünkü hem sorunları kavramak hem objektif olmak hem de görünenlerin altındakini açığa çıkarmak üzerine kurulu bir teknolojidir koçluk.

Öyle ki koçun becerilerine göre, sizi bilfiil tanıması şart değil, hatta bazı tekniklerden güç alarak, konunun net olarak ne olduğunu öğrenmeyerek de gizli kalmasını istediğiniz sorunlarınızı aşmanızı sağlayabilirler.

Şimdi, koçluğun arkadaşlıkla ilişkisini sorguladım. İlk fırsatta da koçluğun yaş, uzmanlık, doktora, profesyonellik, akademisyenlikle ilişkisini paylaşacağım ya da ilişkisizliğini diyelim:)

23 Ağustos 2011 Salı

Özel sektör mü, kamu mu?

Biraz da tecrübeden bahsedelim.
Dün akşam bir iftar programındaydım, Gelişim Platformu Derneği'nin Esentepe'deki yeni ofisinde, yaklaşık 70 kişiydik.
Yemek sonrası Bank Asya Genel Müdürü Abdullah Çelik de kısa bir sohbet gerçekleştirdi.
Türkiye'nin atıl misyonlara sahip bir bankasında gerçekleştirdiği kamu hizmetlerinin ardına, özel sektöre geçerek, orada da yenilikler gerçekleştiren bir süreci paylaştı.
Bir bankacı değilim, kariyer açısından ilgimi de çekmiyor, ama sık karşılaştığım "kamu mu, özel sektör mü?" soruları için çok hoş bir deneyim paylaşımıydı ve fark ettim ki, iş yapacak olduktan sonra ikisi de bir :)
Bazı küçük notlar karaladım dinlerken, onlardan bahsetmek isterim:

Mesela "Sandalyeyi Boş Yere İşgal Edenler", özelde sorun olduğu gibi, kamuda da sorun ve daha büyük bir sorun olarak paylaşıldı.
Girişimcilik dünyasında bazen birilerinin imzası gerekiyor ve öyle insanlarla karşılaşıyoruz:) Çok tanıdık geldi. Ben ve gözlediğim arkadaşlar bunu çevremizle çözmeye, bir yol bulmaya çalışıyoruz, bazıları da yetki ve otoritelerini kullanmış.
Buna da değinildi mesela; özellikle benim de dahil olduğum Y Kuşağı'nın pek arzuladığı yönetim için işe atama ve işten atma becerisinin zorunluluğuna geldi. Açıkçası yönetim arzulayan kişilerin çok çok çok azında bu beceriyi görebiliyoruz. Kendimde olduğuna da şüpheliyim. Oysa ki bunun altını sık sık çizdi kendisi; "onbeş kaliteli personelinizin başına bir kötü müdür koyarsanız, o personelleri de kaybedersiniz. Uygun yere uygun kişiyi atayarak yönetimi çok rahatlatırsınız. Sadece müdürünü değiştirerek/ tazeleyerek bile ek ücret vermeden çalışanın memnuniyetini artırırsınız."
Bunlar kariyer basamaklarını tırmanan birisi için de akılda kalması gereken şeyler, girişimini yükselten arkadaşlar için de.
Bir başka paylaşım alanı ise, iki yönettiği bankada da süreci Değişim Yönetimi diye özetleyebiliriz.
Sandalyeyi işgal edenleri yönetmek, bir çalışan olarak kendini ispat edebilmek, basını yönetmek, "bugüne kadar böyle yapmışız, niye değiştirelim ki" diyen dinozor zihniyeti yönetmek, bakanlıklarla ilişkileri yönetmek, denetçileri yönetmek...
Yaptığınız işle ilgili içsel ve dışsal paramatreleri yönetmek kadar, onların değişimlerini takip zorunluluğuna da değindi biraz biraz.
Ve bir tarihi mesaj: "Kâr, kar gibidir, her şeyi örter. Kârlıysanız aldığınız riskleri başarı olarak gösterebilirsiniz, eski hatalarınızı unutturabilirsiniz..."

Aklıma başka alanlar geldi; eğer çalışmalarımda hatalı olsaydım, yaptığım deneyler, attığım riskli adımlar hep patlardı, başarılı sonuçlar alınca koçluk sektöründeki duruşumu kabul ettirebildim. Hadi ben koca deryada bir küçücük sinek. Savaşları kaybetseydik, şu an milli kahraman, Türklerin atası değil, vatan haini, milletin yüz karası olacaktı Atatürk.
Yine koçluk öğütlerinden birisi çıkıyor karşımıza; bildiklerinle değil, YAPAbildiklerinle ödüllendirilirsin. Yapabildiğin de kâr ise, finans sektöründe olsun, sanayi olsun, hizmet olsun, kişisel gelişim olsun, ruhaniyet olsun... Başarı da seninle bedenlenmiş oluyor.
Ekonomi üzerine notlardan bazıları ise; düşüncemi teyit etti Abdullah Bey; gelişmek istiyorsak, gelişmekte olan ülkelerde iş yapacağız. Çünkü gelişmiş ülkeler zaten olgun piyasalar, doygunlar.
Oysa ki şans faktörü de gelişmekte olan ülkelerde daha yüksek. Ancak esas önemli olanın risk alıp yönetmekten geçtiğinden bahsedildi.
"Bana bir gün geldiler ve dediler ki; çok zor bir iş var ve getirisi de çok düşük, kabul eder misin diye. Kabul ettim zamanında ve o sayede bugün buradayım" dedi.
Aklımda takılan şeylerden biri, gelen sorularda ne yapacağım, nasıl bir katma değer sunacağım mantığından ziyade nasıl yükselebilirim psikolojisinin olmasıydı.
Ama cevap da net geldi; masanın her tarafında bulunarak ortamı iyice tanıdığından bahsetti. Akşam adı geçmedi ama Coca Cola'daki milli gururumuz da bunu öğütlemiyor mu röportajlarında. Cola'nın dağıtımından, stok yönetiminden, pazarlamasına... Her pozisyonu tanıyarak öyle bir kurumda yükseliyor Muhtar Kent de.
Nasıl dahil oldum bilmiyorum mail gruplarına. Ancak aradaki mailleşmeler neticesinde dün gece aralarında bulunabildim Gelişim Platformu'nun. O sebeple onlara bu hoş fırsat için teşekkür ederim.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Ağaca isim kazıyanlar vardı ya...

"Sözlerden daha etkilidir görseller. Zihin haritaları da bu konuda yardımcı olabilecek en etkili tekniktir."


Siz de toplantı ve notlarınızda daha kolay, daha etkili ifadeler istemez misiniz?
Hem not tutmak,
Hem anlatmak,
Hem toplantı yürütmek,
Hem yazmak için
en etkili yoldur Zihin Haritalama.

kısa bir sunuma göz atmak isterseniz tıklayın

Facebook etkinliğim için; http://www.facebook.com/event.php?eid=144183642337202

Bir blog paylaşımı için ise http://mustep.blogspot.com/2011/07/zihin-haritalama-egitiminde-ne-yapyoruz.html

19 Ağustos 2011 Cuma

Nasıl başlarsan öyle mi gider?

Geçen gün görüştüğüm bir arkadaşla hayatımızdaki aksaklıklardan konuştuk.
Bir sıkıntısından bahsetti, genel olarak hastaymış kendisi. Göğüs, rahim, başka iç organlar...
Hastalık üzerine konuşurken, özellikle son 10 yıldır bariz şekilde kendisini gösterdiğinden bahsetti.

Sohbet sırasında, başka alanlara da biraz sıçradıktan sonra direnç kavramını sordum. Bu kelime ona ne ifade ediyordu, ne kadar tanıdık bir duyguydu? Direnç de kendini bildi bileli hayatında olan bir duygu çıktı.
Direndiği konu ise "kopuş" imiş. Kendisiyle ilgili hatırladığı ilk şey bu; kopuş.
Kendisiyle ilgili hatırladığı ilk şeymiş kopuş. Belki ruhunun kopuşu, belki rahimden kopuşu... Daha önce uyguladığı bilinçaltı çalışmalarında hep karşılaştığı an buymuş.
Üzerine biraz daha gittik bu duygunun ve bazı farkındalıklar paylaştık.

Burada bir soluk alayım ve kendime bakayım.
Hatırladığım ilk anım soruydu; "ne işim var burada?"
Bir evdeyim, 3 kişi daha görüyorum, tanımaya çalışıyorum, tanıyor gibiyim ama onlar beni kesin tanıyor.
Bu Mustafa ile ilgili, 3 yaşımdaki bu andan daha erken bir anı bulamadım, denediğim bir sürü yönteme rağmen sadece bu soru ân'ı. Ve hayatıma baktığımda da hep soru vardı, hep sorgu.
5 yaşındayken psikologa götürülmüştüm depresif ruh halimden ötürü, hatta 22 yaşıma kadar sayısız psikolog ve psikiyatr gördüm.
Sıkıntılarımın tepe yaptığı noktada, aynı etkenler beni çözüme ulaştırdı ve artık ilaçlara cevap vermeyen ağır depresyon sıyrıldı aktı hayatımdan.
Sorularımın anlamını değiştirmiştim çünkü.
Bu arkadaşım da benzer bir mantık güdecek, kopuş duygusunun getirdiği "sağlık" direncini değiştirecek çok yakında.
Kendisi de bir koç olduğu için, kolay olacağını umuyorum onun için ve tüm iyi niyetlerimi yolluyorum.

Acaba hatırladığımız ilk anılar, bilinçsiz bir şekilde nasıl yaşadığımıza dair bir pusula olabilir mi?
Nasıl başlarsan öyle gidermiş misali...

Ve haliyle merak ettim, acaba başkalarının ilk anısı ne?

İlk anınız ne ve hayatınızı onun üzerine kurduğunuzu söyleyebilir miyiz?

9 Ağustos 2011 Salı

Enteresan bir sahipsiz etkinlik


Az önce Facebook'ta bir arkadaşımın profilinde gördüm, sizinle de paylaşmak istedim.

Bu hafta Ulusal Kitap Haftası imiş ve küçük bir sahipsiz etkinlik var: En yakınınızdaki kitabı alıyorsunuz, 56. sayfasına gidiyor ve 5. cümlesini paylaşıyorsunuz ve kitabın adını vermiyorsunuz.

Bu Facebook'ta olduğu için statünüze yazıyorsunuz veya tweet atın, vs...

Ben de şu günlerde okuduğum kitabın 56. sayfasındaki 5. cümleyi yazayım bu duyuruyu paylaşırken:

‎"Bir insanın ailesinin soy ağacına bakıldığında, mani, depresyon ya da psikoz gibi hastalıkların belirtileri yalnızca o kişide mi gözlenmektedir, yoksa hastanın birinci dereceden yakınlarında da psikiyatrik hastalıkların benzer örnekleri var mıdır?"

Keyifli okumalar herkese.

2 Ağustos 2011 Salı

Heyecandı istediğim


Her şey bu foto ile başladı. Ya da başlamış olan şeyin acısını, bu foto gün yüzüne çıkardı.
Dikkatli bakın lütfen ve ne gördüğünüzü ifade etmeye çalışın.
Ben ne gördüm? Heyecan!
Bende olmayan bir şey, en azından şu günlerde.
Aynanın karşısında çok taklit etmeye çalıştım bu adamı. (aslında adı Sir Simon Rattle ve fotoyla ilgili haber için buraya tıklayabilirsiniz, ancak ben "bu adam" ile devam edeceğim)
Olmadı. Çünkü heyecanlanabileceğim bir şey bulamadım. İşim heyecan vermiyor artık. Bir süredir bu böyle. Mükemmel olduğumu sanmıyorum, ama çok iyi olmak da heyecanı kesmese gerek.
Eğitimlerimde kendim için riskli unsurlar barındırmaya çalıştım, olmadı.
Koçlukta çalışılamaz denilen durumlarla çalıştım, yapılamaz denilen tekniklerle uğraştım...
Girişimci Koçluğu, zaten tek başıma olduğum bir sektör, mihenk taşı bulamadım...
Timur'un (Timur Tiryaki) çok sevdiğim bir sorusu var; "aşık olduğun fikri söyle bana"
Bulamadım. Uzun bir zamandır ne birine aşk besledim ne de bir fikre aşık oldum. Bir vizyonum var ve ona aşık hissediyorum kendimi, ama heyecan yine duymuyorum, yine duymuyorum.
Sanırım Osho'nun "aşktan vazgeç, aşk arzulamaya, arzu beklentiye, beklenti hayal kırıklığına, hayal kırıklığı da üzüntüye sebep olur" sözünden olumsuz anlamda etkilendim ve daha derviş olmadan Diyojen gibi yaşamaya başladım. (Diyojen, meşhur, "gölge etme, başka ihsan istemem" diyen, dünyevi şeylere sırt çeviren düşünür)
Bu gece ödevim vardı, aşık olduğum şeyi bulacaktım.
Var bir şey ama ne...
Saat şu an 05:36 ve ben yaklaşık 10 saattir oturmuş kendim üzerimde çalışıyorum ve sanırım buldum: Yazmak!
Eh, bunda, geçen gün Derya'nın (Derya Akkaya) "neden kitap yazmıyorsun, bu birikimi paylaşmıyorsun?" sorusuyla, İndigo Dergisi'nin Yazı İşleri Müdürü, Hale'min yazılarıma övgüsünün de çok büyük etkisi var.
İlkokuldayken şiirler yazardım, öyle ki birçoğunun bana ait olduğuna dahi şüpheyle bakarlardı. Sonra ortaokulda kendime ait bir çizgi geliştirecek kadar ilerlemiştim şiirde de düz yazıda da. Hatta bırakmama bile bu gelişme sebep oldu, çünkü Türkiye derecesi yapmıştım ve beklediğim saygıyı görmemiştim.
Salak ben:) Çocuk ben:)
Şimdi o çocukluğu affediyor ve tekrar yazma kararı alıyorum.
Web sitelerimin hepsinin içeriğini ben yazıyorum,
Blogumda yazıyorum,
Bazı dergilerde yazıyorum,
Hiç bir yerde yayınlanmamış, 30a yakın defterimde de yazım var...
Ama daha ciddi sarılacağım buna.
Hatta sarıldım bile.
Çağlayanlar gibi gürüldemiyor, ama biraz hareket geldi kalbimle diyaframım arasına:)
Düşünsel Eskizler üzerine, notlarım, gözlemlerim üzerine bir kitap,
Zihin Haritalama metodundaki kendi kattığım değerlere yönelik bir kitap,
Girişimlerin psikolojik altyapısı üzerine çalıştığım Girişimci Koçluğu üzerine bir kitap
Ve çocukluk hayalim, kendimle röportaj üzerine bir diyalog düşünüyorum.
Bugün ilk çalışmaları yapıp, hangisi meyve veriyorsa, onun üzerine gideceğim:)
Az biraz düşününce durumumla, Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisine göre de ihtiyacım buydu: Kendinizi gerçekleştirebilmek için, öncelikle değerler konusunda tatmin olmalısınız. Bunun için de sevgiyi hissetmelisiniz. Ben ise son zamanlarda, web sitesiydi, projelerdi, eğitimlerimi geliştirmekti... Büsbütün bir işkolik olup sevgiyi unutmuştum diyebilirim. Ne kendimi ne başkasını ne de Enerjiyi...
Bu tempoda kalbimi özel birine açabileceğimi sanmıyorum, ama neden meditasyon yapmayayım ki... Bir süredir onu da yapmıyordum.
Biraz kendime bakma zamanım gelmiş:) ve bu sorguyu heyecan üzerinden çıkardım.
Sizin hayatınızda heyecan var mı?