8 Aralık 2013 Pazar

Hey AIESEC!!!

Teşekkürler AIESEC...
AIESEC, 1954'te kurulmuş bir öğrenci kulübü. Kendi öğrenciliğimde duyuyordum ama katılmamıştım hiçbir etkinliğine.
Haziran'ın sonlarıydı sanırım, bu yaz AIESEC İstanbul Şubesi bana ulaşmıştı ve bir seminer vermiştim. 30 kadar pırıl pırıl genç vardı.
İnovasyon kavramıyla henüz tanışmamışlardı, biz de o an yaratıcılık ve yenilikçilik üzerine değiştirmiştik tüm kurguyu.

Dün ise Antalya'daydım. AIESEC Türkiye'nin ATEMKO Zirvesi'ndeydim. (AIESEC Türkiye Eğitim ve Movitasyon Kongresi)
550-600 kişi vardı toplamda. Mevcut AIESECER'lar, aday üyeler...
Uçaktan indik, otele vardık derken gece olmuştu. Saat gece olmuş, günlük koşturmanın yorgunluğundaydık, ama önümüze çıkan AIESEClinin gözleri enerji saçıyordu.
Sabah oldu ve bizim gündem başladı.
Açıkçası bir merak salmıştı beni...
Haddini Bil diye bir konsept hazırlamıştım, daha ilerisi için birşeyler düşünen, birşeyler yapmak isteyen herkese, birileri haddini bilmeyi öğretmeye çalışır ya. Ukalalık yapmamak, eski köylere yeni adetler getirmemek...
Bunun hakkında konuşacaktım, koçluk yapacaktım gelen sorulara göre ve biraz da motivasyon sıkmıştım içeriğime.
Ama onlardaki motivasyonu görünce, konuşmak için mikrofonu aldığımda söyledim: "Siz çıkın buraya da bana, bize (diğer büyükleri) motivasyon hakkında seminer verin!"

Neredeyse elle tutulabilecek kadar yoğun bir enerjileri var, coşkuları var bu arkadaşların.
Çeşitli network pazarlama toplantılarına da katılmıştım çocukken olsun, gençken olsun, hele şimdi gidip gözlemem için... Orada motivasyon patlaması görüyordum, ancak gaz gibi geliyordu. Burada ise bir akacak yön arayan bir coşku var.
Ayrıca değişimleri görüyordum. Biliyorsunuz, beden dili konusunda çok başarılı kabul edilirim. Dans eden gençlere bakıyorum, kıyafetleri, beden tipleri, gülümseme stilleri ve dans edişleri... Öyle disko ortamı falan yoktu. Hoparlörlerden müzik geliyor ve kimisi grup kimisi tek başına dans ediyorlardı. Kültürel, psikolojik gelişimleri o kadar açıktı ki bazı arkadaşların... Muhtemelen 1 ay öncesinde utana sıkıla birileriyle konuşabilecek tipler vardı. Oysa önümde yanındaki kişiyle tanışalı 5 dakika olmamış ve samimiyet enerjisini hissedebilirdiniz.

Sohbetimi beğenmişler. Dürüst olayım, korkmuştum. Liderlik hakkında hiç konuşmadım, öyle bir sunum daha önce yapmamıştım. Sıkıcı mı olurum diye çekiniyordum.
Ben kürsüden indiğim gibi bal gören arı misali yanıma üşüştüler. Çok onur duymuştum sorular karşısında. Süper yaklaşımlar, süper sorular... Zaman olsaydı belki 6 saat daha konuşurdum ve anladığım kadarıyla 6 saat daha dinlerlerdi.

Neden beni beğendiklerini merak ettim. Ukala herifin tekiyim. Ama bir arkadaşın yorumu cevap olmuştu.
"Sunumunuz kaliteli bir akışta hazırlanmış, bu hoş. Ama Mustafa Abi, artık herkes kaliteli sunum çıkarabiliyor. Bu çok da önemli birşey değil bizim için. Sen ama çok samimiydin de... Bu işte benim çok hoşuma gitti. Sohbet ediyordun bizimle, rahattın, rahatlattın..."

Bir başka gurur anı yaşadım; "sözlerinizden anladığım kadarıyla sevgilimiz de ailemiz de iş hayallerimiz de okulumuz da... Hepsinde aslında benzer şeyler varmış".
Bunu vurgulamamıştım ama örneklerimdeki kurgunun bu mesajı vermiş olması çok hoşuma gitti.

Aradığımız şey samimiyet işte. İş hayatında da, aşk hayatında da, konferanslarda da... Her yerde aynı.

Sizden çok şey öğrendim, umuyorum ki size de bazı tohumlar atabildim.

Beni de bir AIESEC Partner kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.

Ayrıca iki de teşekkürüm var.
Rahatsızlığına rağmen benimle görüşmek için gelen Mine Sema Ok... Seni seviyorum. İstanbul'a dönmeni dört gözle bekliyorum :)


Ve beni dinlemeye gelen Sibel Kayapınar. Yüzü güzel, kendi güzel, bahtı güzel, çünkü ruhu güzel.
Koçluk konusunda mentorluğunu yapıyorum ve onun duruşundan da çok şey öğreniyorum.
İyi ki varsın, o gün o anları benimle paylaştığın için teşekkür ederim. (Ayrıca sizinle de paylaşmama vesile oldu, fotoğraflar Sibel'den)


30 Kasım 2013 Cumartesi

Etik Esnaflık

Esnafın biri el yelpazesi satıyormuş. "Sen kullan, torunun kullansın, torununun torunu kullansın" diye bağırıyormuş.
Adamın biri de dinleyip almış bir tane.
Hava sıcak,  açmış yelpazeyi, sallamış. Cart! Yelpaze o an yırtılmış.
Koşmuş, gitmiş satıcının yanına.
"Hani ben kullanacaktım, torunum kullanacaktı, torunumun torunu kullanacaktı? Bak, bir salladım, yırtıldı." diye çıkışmış.
Satıcı sormuş,  "nasıl yaptın,  göster hele?"
Adam göstermiş,  açmış yelpazeyi,
sallamış.
Satıcı uyarmış. "Hayır! Öyle yaparsan yırtılır tabi! Yelpazeyi açacaksın, kendi başını sallayacaksın" diye göstermiş.
Üsküdar sahilde balık ekmek aldım,  tezgahtar da "balık ekmek alana içecek hediyemiz, kola, fanta, ayran?" dedi. Canım istemedi hiç birşey, almadım.
Bir AVM'yi gezerken yanımdaki arkadaş donut mağazasının vitrinine takıldı.
Yiyelim mi diye önerdim, maksat ağız tatlandırmak.
Birer tane istedik ve yerimize
geçerken kasadaki görevli "şu an 2 numaralı menüyü seçtiniz. 2 donut ve bir kahveniz var yani. Kahveniz nasıl olsun?" diye sordu heyecanlı bir şekilde.
O an anladım ne olduğunu ama ne olacağını merak edip sessizce izledim.
Yanındaki arkadaş "aa ne güzel" dedi. "Madem öyle bir latte alalım" dedi ve hesabı ödedim, 12,50 lira.
Herşey normal, değil mi?
2 numaralı menüye göre donutlar 6,25.
Oysa fiyat tablosunda 3,75 yazıyordu ve kahveler de 5 lira
yazıyordu.
Yani siz 2 donut alsaniz 7,50 ödeyeceksiniz, ama menü diye kahve de sunarlarsa 12,50 lira borçlusunuz.
Ödediğinizi saymazsak, kahve bedava!
Yasal mı? Evet.
Etik mi? Hayır.
Satış artırıyor mu? Kısa vadede evet ama uzun vadede hayır. Çünkü müşteri sadakati olur mu böyle bir vur kaç perspektifinde? Kibarca kaldırılan bir müşteri ne tekrar gelir ne de başkasını yönlendirir!
Etik ticaret pahalı değil,  imkânsız hi
değil.
Prensipleriniz üzerinden hareket edeceksiniz, tek sihir bu. Böylece de müşteri memnuniyeti ve referans satışlar katlanarak artar...
Ufak bir örnek vereyim konu da buraya gelmişken.
Geçen hafta bir övgü aldım. Çocuğuyla koçluk çalışmamızdan memnuniyetini söylüyordu bir müşterim. Benden çocuğuyla ilgili ilk destek istediğinde ben hemen kabul etmemiştim.
Ailelerin bu anlarda benden çocuğunun hayatıyla ilgili ispiyonculuk yapmamı istediklerini,
onun da böyle bir talebi oluyorsa kabul edemeyeceğimi söylemiştim. 
Konu ders başarısı ise, yine bu konuda uzman olmadığımı, dilerse başka bir arkadaşıma yönlendirebileceğimi söylemiştim. Konu psikolojisi ise yardımcı olabileceğimi söylemiştim. Ama bunun için de ödeme yapmasından önce kızıyla biraz sohbet edip birbirimizle anlaşabilecek miyiz bakalım diye önermiştim.
Bu yaşta bu kadar prensibe sahip olmam, bana duyduğu güveni artırmış. Üzerine de kısacık zamanda çok yol katetmemiz de güveni,
değeri perçinlemiş.
Şimdi başkaları da faydalansın diye benim elimin gidemediği bir networke sokacak beni.
Ne oldu? İlk adımlarda ben belki müşterimi kaybediyordum. Ama şimdi çok daha ötesini kazanmış oldum.
Sizin prensipleriniz neler peki?
Müşterilerinize daha çok değer sunabilmenize fayda doğuruyor mu?
Gerektiğinde geri adım atmanızı sağlıyor mu?
Bu konularda daha yazılabilecek çok şey var. Belki yine değinirim.

13 Kasım 2013 Çarşamba

Etrafınızdaki Güzellikler

Eski fotoğraflarımı karıştırırken şunu gördüm. Bakalım siz ne göreceksiniz? Metrodaydım, yorgundum ve aşağıya bakıyordum.

Manzaramı sizinle paylaştım. Siz de görebildiniz mi? Henüz göremediyseniz ufak bir tüyo daha; yakınlaştırıyorum ve “Gülümse Mustafa” mesajını paylaşayım.

“Görmesini bilene, her yerde ayet vardır” diye bir hadis duymuştum.
Görmesini bilene her yerde gülümsetici bir an vardır, her yerde bir güzellik.
Güzellik deyince…
Evimde gece mum ışığında duruyordum. O sırada hamamböceğimin antenlerine ilişti gözlerim, sonra tüm böceğe.
Hareketleri, ahengi, rengi… Kötü kokan dışkısını saymazsak, her şeyiyle ayrı bir güzel, ayrı bir gizem, ayrı bir mucize! Düşünürken bile içim titriyor!
Hayat, akan bir nehir gibi! Güzel mi değil mi, hayır mı şer mi? Bakan kişiye, bize kalmış!
Tıpkı bu görsel gibi…


(Schrodinger’in Kedisi yaşıyor/ölü)

Din artık dile pelesenk olmuş. Ben de ufak bir kıssa paylaşayım da modaya uyayım.
Muhammed Peygamber, dostlarıyla yürüyormuş. Yol kenarında bir köpek ölüsü görmüşler. Herkes “ne iğrenç”, “çok kötü kokuyor” vs derken, Muhammed “dişleri ne güzel yaratılmış” demiş!
Etrafınızdaki, hayatınızdaki güzellikleri görebiliyor musunuz?

12 Kasım 2013 Salı

Çocuğunuz Her Haliyle Kabul Edilebilir Mi?

Geçtiğimiz günlerde bir etkinlikteydim, Güler Pınarbaşı’yı dinledim. Hipnoz terapisi üzerine, kendisiyle bir deneyimimi blogumda paylaşmıştım. (http://mustep.blogspot.com/2012/05/hipnoza-yatannz-oldu-mu.html)
Bu etkinlikte ise kısa bir çalışma sayesinde para ile ilk tanışmamızı gösterdi ve bizde oluşan mesajları gözlememize yardımcı oldu.
Etkinlik, yoğunluk sebebiyle çok kısaydı, ancak Güler “Para Sevgidir” seminerlerinde para ile tanışmamızı daha etkili yapıyor ve akabinde bunu sevgiyle buluşturmamıza yardımcı oluyor. Onu takip etmenizi öneririm.
Ben de daha önceden gördüğüm bir mesajı tazelemiş oldum bugünde.
Çocuktum, daha 3-4 yaşlarındaydım. Bir oyuncak kamyon beğenmiştik kardeşimle, büyüktü ve pahalıymış, babam öyle demişti. Kolay olmamış ve “harçlıklarınızı biriktirmelisiniz” demişti.
Babam yoktan var edebilen birisi olarak tanınırdı ve çok zor şartlardan gelmiş, çocuk yaşlarda eli ekmek tutmaya başlamıştı. Sanırım bu becerisini de çocuklarına aktarmak istedi bir şekilde…
Kardeşimle şu an hatırlamadığımız bir süre boyunca harçlıklarımızı biriktiriyorduk. Evi topladıkça harçlık kazanıyorduk, uslu durdukça harçlık kazanıyorduk vs… Ne kadar zorlansak ve sabretmek zorunda kalsak da biriktirdik bir para ve kamyonumuza kavuşmuştuk.
Mesajı almışım: para kolay kazanılmaz. Parayı kazanmak için çok çalışmalıyım.
O kamyonu komşunun oğlu kırmıştı. Birlikte oynuyorduk ve bir gün üzerine çıktı, büyük bir çocuktu zaten, kamyon da kırılmıştı. Buradan çıkan mesaj ise; “sen ne kadar çalışırsan çalış, başkaları senin işini rahatça bozabilir.”
Komiktir ama iki mesaj da hayatımda hep kendini gösterirdi. Hem biraz kazanmak için çok çalışmak zorunda kaldım hem de benim ortaya koyduğum birçok iş, başkaları tarafından heba edilebiliyordu.
Bir gün bu “başkaları”nı yönetmeyi becerdim ve artık bozan yok, karışan yok.
Hala çok çalışıyorum, ama bundan zevk alıyorum. Çünkü beni tanıyanlar bilir; işime aşığım. Yine de bir ihtimal daha var; bu aşkı daha az çalışarak da yaşayabilirim belki, ama o bakış açısında değilim.
Gördüğünüz gibi, babam “daha iyisi olsun benim oğullarım” dedi ve bu müdahaleler düşündüğünden farklı sonuçlar verdi.

Bir dostumu dinliyordum, oğlundan bahsederken sık sık “onun iyiliği için” diyordu. Bazı şeyleri sorgularken ise “aman oğlum daha iyisi olsun, tek derdim bu” diye bitiyordu cümleleri.
Bir baba değilim, dolayısıyla hariçten gazel okuyor olabilirim. Ama bir oğulum ve gözlemci bir insanım.
Çocuklarınızın hep daha iyi olmasını istediğinizde daha iyi karnelerle, daha uyumlu çocuklarla, daha az okul şikayetleriyle karşılaşırsınız.
Peki ya hayat?

“Çocuğumu sultanlar gibi büyüttüm ben” diyen bir annenin annezedesini tanıyorum. 31 yaşında ve yumurta kırmayı bile bilmiyor. Ciddiyim! Bir kez yumurta kırmayı denemiş, kabuk düşmüş, annesi de “çekil de ben yapayım kuzuma” demiş. Ne iş yapıyordu bu arkadaş biliyor musunuz? Hiçbir şey! Çünkü hiçbir şey yapmamış ki hayatın başka kulvarlarında…
Bir dostum var, çok büyük kurumlarda güzel pozisyonlar almış ve bir süredir yeni bir iş bakıyor. Çünkü dünya devi bir firmaya girmesi lazım! Neden? Annesi onu kabul etmeyecek.
Google’a girdim demek zorunda, “Yemeksepeti’nde şu oldum” dese bile kurtarmaz.
Annesine kendini ispat süreci, değersizlik duygusuna boğuyor ve ağladıkça ağlıyor. Okul hayatında ise “ülke sekizincisi oldum” dese, sınıf arkadaşı Cansu yedinci ise; vay haline!
Anne de haklı! “Benim kızım daha iyisi olsun” diyor sadece!
Proje çocuk kavramı geldi aklıma.
Küçücük yaşlarda bir dünya eğitime sokulup, daha liseye bile başlamamışken kariyeri planlanmıştır.
Daha 2 yaşındaki çocuğuna matematik öğretmeni arayan da gördüm, liseye yeni başlayan kızı için Etiler’de ev alan ebeveyn de. Çünkü kızı 3 yıl sonra Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanacak, kazanmak zorunda! Evi okuluna yakın olsun diye öyle ev almış.
Biliyor musunuz, babam beni kabul etmiyordu. Çocuk yaşlarda başlayan iş deneyimim, İngilizce ve ileri matematik becerisi, iyi bir iletişim kabiliyeti, üst düzey bilgisayar deneyimi…
Güzel firmalarda danışman olacaktım, SSK yatacaktı, düzenli bir hayatım olacaktı. Sorulduğunda “şu firmada şu kişiyim” diyebilecektim.
Ağzını açmıyor ama kelime aralarındanbu okunabiliyor. Ha illa danışmanlık da şart değil, KPSS var, cayır cayır herkes giriyor bir yerlere; benim neyim eksik!
İlla kendi işimi yapacaksam, çocukluk merakım borsa danışmanlığı, onu yapayım bari. Ben de bir finans danışmanlık şirketi kurabilirim veya bilişim çözümleri falan…
Ama “oğlunuz ne iş yapıyor” diyen komşuya “hık mık, kem küm... Psikolojik bir şeyler yapıyor, biz de bilmiyoruz” demişti.
Daha yeni yeni, 5 senenin sonunda kabullendi beni. O da tvlere çıktığımdan mıdır (ki uydu kanallarında çıktım sadece) birçok dergide makalem yayınlandığından mıdır (hiç birini okuduğunu sanmıyorum, bilmiyordur) yoksa birçok üst yöneticinin kapıda karşıladığı birisi olduğumdan mıdır (bunu da bildiğini sanmıyorum, anlatılmaz böyle bir şey) artık işimi, gücümü kabullendi baya baya (halâ tam değil). Tabi esas kabul sürecine aşağıda değineceğim.

Şimdi size iki mesaj:

Eğer böylesi bir ebeveynseniz, bir hayata müdahale ediyorsunuz ve çocuğunuzun, onun O olmasını engelliyorsunuz.

Eğer böyle yetiştirilen bir evlatsanız, durun ve kendinizin farkında olun!
Size biçilen kariyeri/kaderi yaşamak zorunda olmadığınız gibi, bilakis kendi hayatınızı kendiniz şekillendirmek zorundasınız!
Eğer benim gibi abidik gubidik (babam böyle tanımlıyordu), ifadesi zor işler yapıyor veya öyle de böyle de aileniz tarafından kabul görmüyorsanız, önce kendiniz kendinizden emin olun.
Babam ben kendimi ona ispat çabasını bırakınca beni anlamaya başlamıştı.
Yaptığınız ya da yapmayı hedeflediğiniz işi, uğraşı önce kendiniz kabul edin, özümseyin. Dirençle karşılaşıyorsanız, sizin kendinizde bir kabulsüzlük söz konusu olabilir. Külahınızı önünüze alın!
“Aman çocuğum daha iyisi olsun” düşüncesinden sıyrılmak ümidiyle.
Çocuklar her haliyle iyi!

11 Kasım 2013 Pazartesi

Randevulaşmak üzerine

İşim gereği, merakım gereği mütemadiyen çeşitli insanlarla randevulaşıyorum.
Kimi zaman benden talep ediliyor, kimi zaman ben randevu veriyorum.
Dikkatimi çeken birşey oldu; talep eden bensem ve görüşmek istediğim kişi üst rütbeli birisiyse, süreç çok hızlı akıyor, hatta ben geç cevaplamış oluyorum mailleri.
Mesela bir firmanın insan kaynakları sorumlularından birisiyle görüşmek için mail atıyorum, en erken bir haftada orta halli bir cevap alabiliyorum.
Ancak çok daha büyük bir firmanın dünya başkanına mail atıyorum, daha o saat cevap aldığım gibi hemen akabindeki haftaya randevulaşıyoruz.
Geçen hafta dünyanın en büyük teknoloji firmalarından birinin 67 ülkeden sorumlu başkanına kahve içmek istiyorum diye mail attım. 15-20 dakika içinde cevap geldi ve saat dolmadan randevulaştık.
Az önce de Türkiye'nin en büyük lojistik firmalarından birinin yönetim kurulu başkanına mail attım, buluşmak için.
4 dakika içinde asistanıyla görüştük ve haftaya görüşeceğiz.
Oysa orta düzey ve altı bir yönetici ile görüşmek isteseydim bekle babam bekle...
Rütbe büyüdükçe tevazu artınca, daha bir tatlı oluyor.
Not: burada iş yükünü de dikkate almakta fayda var tabi. Ancak görüşmek istediğim kişiler de pek boş değiller, dolayısıyla bir kahveye kimisi anında vakit ayırabiliyor kimisi 40 gün sonraya.
Buradan maillerine hızlı, benden bile hızlı dönen herkese teşekkür ediyorum.
Beni de daha özenli olmaya teşvik ediyorlar.
Umarım başkalarına da örnek olabilirler.

8 Kasım 2013 Cuma

Yarınlar Beleşle Kazanılmaz

KOSGEB girişimcilik eğitimleri ilk verildiği zamanlarda, hibelerin dağıtımı güvensizdi. Hoş, hala birçok tanıdığım insan sahte beyanlarla hibe çekebiliyor, ama o günlerde daha da güvensizdi çalışmalar.
Hibeler sayesinde işimizi kuralım, paramızı kazanalım, üretimi büyütelim gibi yaklaşımlar yerine "şuraya şunu yazarım, buradan bunu kaparım, sakalımı (harçlığımı, avantamı, haksız paramı) çıkarırım" deniyordu!

Aklımız kolaya kaçmak yerine biraz icraate çalışsa...
Geçen gün Mecidiyeköy sapağından girerken aşağıdaki sahneye tanık oldum. Bir teyzemiz almış koca bir poşet, kökünden kökünden kopardığı çiçekleri poşete dolduruyordu. O peyzaj gayet hoşken, artık kuru bir yeşillik kaldı.

Bunu konuşurken bir arkadaşım annesinden bahsetti.
Yıllar öncesinde tüm İstanbul'a laleler ekilmiş. 1996-97 falan.
Bir günde ise bu laleler talan edilmiş. Kendi annesi dahil birçok tanıdığı teyze, bahçelerden koparıp evdeki saksılarına uygun görmüşler. Dolayısıyla 10 sene kadar, bir daha lale dikilmemiş.
Evdeki saksının güzelliği için kent güzelliği talan edilmiş sözün özü.

Olayın daha başka boyuttan incelemesi...
Bir arkadaş Almanya seyahatinde görmüş, turnikesiz giriliyor metroya.
E nasıl oluyor dedim.
Herkes bilet basılan yere kendi biletini basıp geçiyormuş ama turnike yokmuş.
Güvenlik görevlileri bakıyordur dedim.
Hayır herkes, kendini kendi kontrol ediyor diye cevap aldım.
Çünkü eğer biletsiz geçerlerse metro maliyetleri ek vergi olarak yine onlara yansıtılacakmış. O sebeple biletlerine sadıklar.
Ancak göçmenlerin yoğun olduğu mahallelerde güvenlikçiler de varmış turnikeler de...

Beleşe bakıp bugünü kurtararak yarını batırmayalım. Vizyonumuzu güçlendirip bilincimizi artırmalıyız.

Boyutu Önemli!

Aktivist Dergisi'ni biliyor musunuz?
Kısa bir geçmişi var ama okunurluğu her gün artıyor.
Girişimcilik üzerine yazdım ben de.
Sizinle de paylaşmak istedim.
http://www.aktivistdergi.com/#28 Linkinde benim yazım var.
Önerim ise baştan itibaren okumanız, hatta aktivistin ilk sayısından itibaren...
İlk sayıda ben yoktum. Muhteşem insan Timur Tiryaki'nin bir yazısının linkini vereyim: http://www.aktivistdergi.com/1/#/18/ (Derginin ilk sayfası için http://www.aktivistdergi.com/1/ linkini kullanabilirsiniz)
İkinci sayıda http://www.aktivistanbul.com/edergisayi2/#64 linkinde etkili CV'ler üzerine yazmıştım. (Derginin ilk sayfası için http://www.aktivistdergi.com/2/ linkini kullanabilirsiniz)

4 Kasım 2013 Pazartesi

Olanın Olmayana Borcu Olması

Son günlerde bilgisayar başında çok vakit geçiremediğimden Ekim Ayı'nda blogum ihmal oldu.
ASHOKA 2013 Ödüllerinden bahsetmeden ekimi kapatmış olmamalıydım.
Ashoka dünyanın en büyük ağlarından birisi.
Dünya genelindeki sosyal girişimcileri kendi kriterlerine göre seçiyor ve gerektiğinde fonla, bilgi kaynağıyla destekliyorlar.
Sosyal girişim tabirine daha önce de blogumda değinmiştim. En özet haliyle; yaşadığı dünyaya fayda sağlayan,iktisadi kârdan ziyade sosyal fayda odağında kuruluşlardır.
2012'de akredite edilen üyelerden birisi de Tülin Akın'dı ve bu geceki ödül verenlerden birisi kendisi oldu. Stratejik yönetim konusunda kendisi ve ekibine koçluk yapıyorum. O gece de yaşayacağı onura ortak olmamı istedi.
Tülin'in ödül verdiği kişi Zafer Kıraç.
Hapishanelerde insancıl yaşam şartları üzerine çaba sarf eden bir güzel insan. İki üç cümle paylaşmak istiyorum onun ağzından:
"Ülkemiz 2020'de hapishane kapasitesinin iki katı olacağının müjdesini verdi! Gelişmiş demokrasilerde ise alternatif cezalandırma metotları denenir.
Dünyada çocuklar ve suç kavramları ayrıştırılmaya çalışılırken, bizdeyse ıslahevleri boşaltılıyor ve cezaevi kampüslerine yerleştiriliyorlar."

Yıllar öncesinden tanıdığım Serra Titiz ise, bir çok projesi olmasına rağmen GelecekDaha.Net projesiyle ödüllendirildi. Gençlere gönüllü e-mentorluk sistemi sunuyor. Daha önceleri çeşitli üniversitelere açıktı sadece, ama artık tüm Türkiye yararlanabilecekmiş bu hizmetten.
Ödülünü de rol modellerinden İbrahim Betil verdi. Eğitime gönlünü veren büyük üstadın TOG, TEGV, ÖRAV ve daha birçok yerde emeği var.

TEMA da ödüllendirildi ve Hayrettin Karaca sağlık sebebiyle katılamadı ama bir video röportaj izlememizi sağladı.
"Komşu açken tok yatmak günahtı bizim zamanımızda. Olanın olmayana borcu vardı... Ama umutluyum bu gençlikten, uyandı Türkiye; UYANDIK!" 

Son konuşmacı Almanya'dan Felix Oldenburg, 1990'larda başlayan araba paylaşımına değindi ve shareconomy'ye değindi (Paylaşım Ekonomisi)
Yarının ekonomisi; armağan ekonomisi olabilir, paylaşım ekonomisi olabilir... Öyle veya böyle dünün "Rabbena! Hep Bana" Ekonomisi değil!

İnsanlar, yatırımcı adaylarına bile fikirlerini paylaşmaktan çekinirken, kopyalanmasını önlemeye çalışırken; geleceğe oynayanlar ise daha iyi bir dünya için top koşturanlar açık platformlar şeklinde çalışıyorlar.
İş  modelleri işbirliğine açıktır.
Hatta iş fikirleri başkaları tarafından kopyalandığında, daha değerli oluyor.

Peki bu yaklaşım para kazandırır mı?
En basitinden Tülin Akın yıllık 2 Milyon Dolar kadar ciro yapıyor ve yeni projeleriyle bu artıyor. Daha büyükleri var, daha küçükleri var. Ama evet, bu yaklaşımlardan da para kazanılabiliyor.
Bunların global örnekleri için sosyal girişimciliği, özellikle İngilizce kaynaklarda aradığınızda yepyeni bir vizyonla karşılaşacağınızdan eminim.
Herşey daha iyi bir dünya için...

8 Ekim 2013 Salı

Plan Yapabilmek ve Kariyer Üzerine

Notlarım arasında 8 Ekim 2010'a ait, 3 sene öncesine dair birşeyler gördüm. Sanırım Derya Akkaya'nın performans koçluğu seminerlerinden birisindeydim. Konu planlama olunca, sizinle de paylaşmak istedim.

Birkaç soru sormuş eğitmen; plan ne demektir, plan yapıyor musun? Planın değişirse bozulur musun? (Bazı karakter tipleri vardır, planlarının değişmesi, onları çok büyük krizlere sokar, bazı tipler ise olabildiğince esnektir ve her türlü plan değişikliğine uyum sağlarlar.)

Planlarınız, gerçekleştirmek istediğin hedeflere ne derece uygun?

Belli rutinlerin dışında, planlayarak yaptığın bir şeyler var mı? (Sevgiline sürpriz mesela?)

Planını yaparken hangi duygularının tatminine öncelik veriyorsun? (Hırs da bir duygu sayılabilir, huzur da.)

Değişim yaşamak için her uzman, yazılarak yol alınmasını öneriyor. Dolayısıyla bu soruların cevaplarını ve devamını yazarak çalışmalısınız!

Planlardan bahsediyoruz ya, hayatının amacı ne? Bununla ilgili daha önce yazılar yazmıştım, bloğuma göz atın lütfen.

Planların bu amaca hizmet ediyor mu?

Kendine koyduğun hedefler ve kendine verdiğin sözler neler? Bunları planlamalarda sakın es geçme!

Ödül! Kendini attığın adımlar neticesinde nasıl ödüllendiriyorsun? Ödülün gerekliliği üzerine de daha önce yazılar yazmıştım bloğumda, okumanı öneririm.

Bu soruların cevapları planlama süreçleriyle ilgili direkt ve dolaylı destekler verecektir kesinlikle. Hazır sorular giderken, kariyer koçluğunun temellerini de paylaşayım mı? Madem plan yapıyoruz, kariyer planımıza da biraz göz gezdirelim.

1)      Ben neler yapabilirim? En az 3 cevap çıkarın lütfen.

Koçluk yapabilirim, kendi geliştirdiğim tekniklerle kişisel sorunlara yardımcı olurum.

Kriz çözebilirim, yine kendi geliştirdiğim tekniklerle içinden çıkılamayan proje sorunlarını çözüme kavuşturabilirim.

Mentorluk yapabilirim, psikolog ve koç arkadaşlara mesleklerini geliştirmeleri için yardımcı olabilirim.

Aklımdaki yüzlerce iş fikrinden birini seçip icra edebilirim, böylece ritimli bir hayatım olur, iş adamı olurum ve bolca para kazanabilirim.

Vs…

2)      Bunlar arasından hangilerini yapmaktan hoşlanırsın?

Kriz çözücülük, koçluk, mentorluk.

3)      En çok hangisini yapmaktan istiyorsun?

Kriz çözücülük; kendimi en iyi hissettiğim ve eşsiz görüldüğüm iş alanı, mucizeler yarattığım hizmet türü.

Şu ana kadar icraatle ve dışarısıyla ilgilendik. Peki ya içeride durumlar nasıl?

4)      Bir cümle ile ifade edersen sen kimsin?

2010'daki cevabım: "Hizmetle görevli bir ilahım" şeklinde olmuş. Şimdi düşünüyorum da: "Görevliyim"

Bu cümleler, kişilik özellikleri hakkında büyük ipuçları verir. Mesela 2010'daki cevabım ruhsallık, sosyal farkındalık, megalomanya, cesaret, vizyonerlik gibi alt metinler veriyor. Bugünkü cevabımı objektif yorumlarsam eğer; vizyonerlik, amacını özümsemiş olmak, cesaret… Para ile motive edilemez bir karakter, değerlerine bağımlı birisi, çok büyük oynuyor-çok büyük kazanacak…

Hadi siz de kendinizi yazın ve akabinde yorumlayın. Dilerseniz arkadaşlarınıza yorumlatın. "Dostum, kendisini …….. şeklinde ifade eden birisi hakkında neler düşünürdün? Cevabın için teşekkürler."

5)      Sen ne yapmak istiyorsun/ Ben ne yapmak istiyorum?

Yıllar önceki cevabım "Kendimi buluyorum, bunu geliştirirken oluşturacağım ışıkla, hayata hizmet etmek istiyorum" şeklinde olmuş.

Bugün ise bakışım biraz değişmiş: Sadece varlığımla, o ortamda nefes alışımla bile çözüm olmak istiyorum.

Bu cümleler kişilik özellikleri hakkında ek ipuçları verir ve böylece kendinizi başka başka açılardan gözleme fırsatınız olur.

6)      Bu özellikler nasıl eylemlerle ortaya konacak?

Daha çok okumak, daha çok araştırmak, daha çok gözlemlemek, daha çok denemek, daha çok çalışmak, daha çok "ötesi" uygulamalara ihtiyacım var.

7)      Bu cevaplar hangi meslekler çağrıştırıyor?

Yeni nesil danışmanlık, yeni nesil koçluk, yeni nesil çözümler

8)      Sen nerede olmak istiyorsun, tarif eder misin/ Ben nerede olmak istiyorum?

3 sene önceki notumdaki tarifi aktarayım, geleceğimden bir sahne: "Bir oditoryumdayım, sahne kontrolleri yapılırken elimde mikrofon var. İnsanlarla sohbet ediyorum. Yabancı konuklar için düzenlemeleri kontrol ediyorum. Gün boyu sürecek bir konuşma, 70.000 kadar kişiye hitap edeceğim…

Zaman içinde vizyonum da değişti misyonum da. Artık 70.000 kişiye konuşmak çok da heyecanlandırıcı bir hayal değil. Yeni mustep'in vizyonunda kendiliğinden çözümler yaratan insanlar var. Ruhsallıklarının farkında, neyi neden yaptıkları belirgin insanlardan oluşan bir ekibim var. Tarifimin gerisi bende kalsın.

Sizin cevaplar nasıl peki?

Bana bu yazının yayınlandığı ayın sonuna

kadar cevaplarınızı paylaşırsanız bir sürprizim olabilir.

Herşey gönlünüzce, gönlünüzün dilediğince olsun.

Bunun için de gönlünüze kulak verin.

Kendiniz, kendinizden ne istiyorsunuz?

3 Ekim 2013 Perşembe

İki Kere İki Oniki Edebilir

Hayatımda kısa ama etkili bir yeri vardı matematik hocamın. Kulağı çınlasın Ali Konukseven’in. Beni tahtaya kaldırırken derdi; “Matematik bilen adamın yürüyüşü başka olur.”
Matematiksel döngüler, algoritmik yapılarla ifade tarzlarını, fizik ötesi kavramları bile böyle anlatabilmeyi sevmişimdir ve herhangi bir şeyi matematikle, matematiksel her şeyi de herhangi bir tarzda ifade edebilirim sanırım.
Algıları konuşuyorduk bir arkadaşımla, kendisi bana göre çok farklı birisi ve bazen uyumsuzluklar yaşayabiliyoruz. Bu doğaldır zaten.
O da eski bir matematik olimpiyatçısı ve bazen bana rasyonel yollardan ifadeler kullanır.
Böyle bir şey çizdi ve hayatımın içerdiği iyi-kötü, çok ya da az şeyleri böyle kapsadığımı söyledi.
Kendisi ise * noktasında yer aldığına, orada yaşadığına inanıyor. Dolayısıyla onu dışladığımı düşünüyor. Çünkü bu konu hakkında konuşuyorduk ve onu dikkate almadan değerlendirme yaptığımı söyledi.
Haklı olabileceğini düşündüm. Ego bu, herkeste var ve bendeki biraz besili. “Çözüm istiyorum” dediğinde ise aklımdan geçen şey; bakış açımı değiştirmekti. Ya yeni bir boyuta taşıyacağım ya da…
Ben böyle baktığımı, bakabileceğimi söyledim. İkimiz de şaşırmıştık, neden olmasın diye. Neden küme dışı, kümeye dahil edilmesin?
Nasıl ki çok azımız uzaylıları gördü, gördüğünü iddia etti; acaba uzaylılar da aynı şekilde bizi göremiyor olamaz mı? Belki uçaklarımızı nadiren algılıyorlar, belki çok çok azımızla tanıştılar ve bizi merak ediyorlar.
Belki bir gün iki kere ikilerimiz de 12 edebilecek.
Belki değişen algılarımızla bakış açılarımız yepyeni vizyonlara taşıyacak bizleri.
Ve hatta fil yutan yılanları dahi algılayabileceğiz. (Küçük Prens kitabını okumadıysanız şefkatle öneriyorum.)
 


2 Ekim 2013 Çarşamba

Odanın Hissi

Eski bir seminer notumu gördüm, Berry Woodhouse konuşmuştu. Bazı noktalar paylaşmak istedim.
“Sadece sol beyin çalışsa, her şeyi ayrı ayrı görüp anlamaya çalışır. Sadece sağ beyin çalıştığında ise her şeyi bir bütün olarak görüp anlamlandırmaya çalışır.”

İkisi de yanlış değil, ikisi de doğru değil. İdeal olanı bu iki tarafın da uyumlulukları.
Hangi beyin lobunun aktif olduğu çok da önemli değil bence. Karar alacağımızda “dur, amigdalama biraz baskı yapayım, nöropeptidlerimin transmiter uyumu yerindedir” gibi şeyler demiyor ve düşünsel olarak karar alıyoruz. Aynı şekilde “hep bütünü görüyorum, biraz da sol tarafıma yatayım da kan gitsin, detayları göreyim” demezsiniz. Zaten veriler beyinde nasıl konumlanıyor hala kimse emin değil.
Ancak burada mesajı da kaçırmayalım: detaylar ve bütün arasında uyumu yakalamak gerekli!
Konuşurken Berry şöyle de demiş: “Herşeye maddesel, bilimsel anlamda cevaplar aramak, aslında içimizde olan cevapları bulmamızı engeller. Anlamamız gereken; hiçbir zaman tek bir şeyin olmadığıdır.”
Geçtiğimiz günlerde mantıklı-mantıksız-mantıkdışı şekilde, ben dahil birçok arkadaşım çok zor günler geçirdik.
Ben hep anlamlandırmaya ve müdahale etmeye çalıştım. Oysa zihnim her seferinde daha da büyük sorunlara tanık oldu.
Sonra anladım sanırım; mağrur olma Mustafa, senden büyük Allah var.
Zihin geliştiren çalışmalarımı durdurdu ve biraz serbestleştim. Günümü anlamaya başladım, hissetmeye başladım ve krizlerim de art arda son buldu.
Hatırladım: en ileri düzey krizlerde yapılabilecek tek bir şey vardır; hiçbir şey yapmamak!
Günlük hayatımızın bizi zihne, egoya yönlendirdiği ve baskıladığına değiniyor Berry.
Geçtiğimiz günlerde kız arkadaşımla ruhsallık üzerine konuşuyorduk.
Özellikle son geliştirdiğim hizmetlerimle mükemmel denebilecek sonuçlar aldığımı konuştuk. Ancak eğer ruhsal çalışmalarımı geliştirirsem, mükemmel çizgisini de rahatça aşacağım ve hatta mucize diye bir çıtada olabileceğim. Çünkü tüm teknolojim değişecek ve boyut kısıtlarından öte çalışabileceğim.
Ancak egom, aklımı kullanmayı seviyor ve yine gönül değil akıl geliştiren yollara giriyorum. Oysa sezgi bambaşka…
Bunun için Berry’nin önerilerinden biri konuşurken karşımızdaki kişiye değil, çevresine bakmak. Çevresinden onu algılayarak enerjiyi fark edebilmek… Bunun hakkında yıllar önce başka bir üstaddan da benzer şeyler duymuştum.
Bir başka önerisi de sorun olduğunda analiz edip çözmek yerine bir nefes alıp duygularımızı hissetmek, sonra bir nefes daha alıp rahatlamak. Çünkü böyle adımlarla dinginleşebileceğiz ve bakış açılarımız farklılaşacak!
Kararsızlıklarla ilgili ufak bir önerisi de var Berry’nin; siyah ve beyaz taş hayal edin. Siyah “hayır” demek, beyaz ise “evet” taşı.
Aklınızı kurcalayan konuyla ilgili önce kendinizi gevşetin ve sonra fark etmeye çalışın; titreşimler hangi taştan geliyor? Titreşimlere güvenmemizi öneriyor Berry, geleceğin bile titreşimi olduğunu söylüyor.
Seminerin sonunda iki soru sormuş salona; “Şu an sessizleşin. Sessiz kalın biraz ve ne hissediyorsunuz bakın.”
Bu an’ı hatırlıyorum, tüm salon sessizleşmişti, sakindi.
Sonra, biraz vakit geçip de kendinizi hissedebildikten sonra yeni soru: “aynı şeyi oda için de yapın, içinde bulunduğunuz odanın içinde dolaşan bir his yakalayabiliyor musunuz?”
Şimdi derin bir nefes alalım ve düşünmek yerine yaşamaya başlayalım.

1 Ekim 2013 Salı

Ne Ekiyoruz?

Şişedeki kapağın bile bir rolü vardır. Çünkü her şeyin ve herkesin bu hayatta bir rolü var. Peki sizce sizin rolünüz ne?
Mavi hap-kırmızı hap ikilemini hatırlıyor musunuz? Ya meşhur “avucunuzdaki kelebek” öyküsünü hatırlıyor musunuz? Seçim özgürlüğünden, bazı seçimlerin hayat verirken bazılarınınsa olumsuzluk yaratacağından bahsederler.
Bence hepimizin avucunda, gönlünde, ruhunda bir tohum var, hepimizde ayrı, hepimizde farklı, hepimizde kendine has!
Eğer onu hoyratça savurursak kırmızı hapı yutarız, atıl oluruz, yiter gideriz.
Oysa özenle ekersek tohumumuzu, sabırla uğraşırsak filizlendiğini görürüz.
Sonra da sebatla işlemeye devam ederiz ve günü gelince meyvesini yeriz!
Ve biliyor musunuz? Bunları bilinçlice yapabildiğimizde, daha o tohumlar meyvelerini vermeden bile hayatımıza lezzet katmalarını sağlayabiliriz. Çünkü sürecimiz başlamıştır.
Ekim Ayı’na giriyoruz. Ekmekten geliyor, karmaşık bir öyküsü yok.
Peki neleri ekeceğiz bu günlerde? Ya da hangi ektiğimiz şeyleri gübrelendireceğiz, besleyeceğiz?
Hayatınızda sergilediğiniz bu çiftçilik, başkalarıyla iletişiminize de yansıyacak. İnsanların sırtından kazanmak yerine, onlarla birlikte bir şeyler yetiştirmeye başlayacaksınız.
Bu imeceler ise daha kolay, daha faydalı, daha mutlu, daha pratik, daha huzurlu bir ömür yaratacak.
Sizin tohumunuz nedir?
Onu ekiyor musunuz?

14 Eylül 2013 Cumartesi

Türk Maymunluğu

Maymun iştahlılıkları bilir misiniz?
Belki sizde de vardır, açıkçası bende vardı, kontrol edebilmekle beraber hala var. Tanıdığım birçok insanda da var, özellikle de benim neslimde.
Kütüphanelerde okuyacak kitap seçemezdim, bir oyunun sonunu getiremezdim, bir kızla bitmezdi maceralarım.
Zamanla bu durum iş hayatımda da kendini gösterdi. Gördüğüm her kariyer olasılığına atladım. Şükür ki çok zekiyim ve kısacık sürelerde dünyanın deneyimini edinerek avantaj yakalamıştım. Seyis yardımcılığından bilişim uzmanlığına kadar yaygın bir geçmişimin olması, bundandır.
Ama ana bir konuda etki doğurmak, o denli uzmanlaşmak, odaklanmak ben ve benim gibiler için ayrı zor.
Az önce bir danışanım aradı. Genç ve çok yetenekli, zaten yetenek gerektiren bir eğitim alıyor.
Bir ilham almış, zaten bu tipler (bizler) mütemadiyen bir şeylerin ilhamını alırız ve hepsi de voleyi vurdurabilecek cinstendir. Ama sorun; bu ilhamların hepsi de güçlü olduğu için birini seçip de bir şey yapamayız, arada kalır yarım bırakırız.
Bu genç dostum da bir hayali ile bu ilhamı birleştirmiş ve özgün bir kitap projesi tasarlamış. Sesindeki heyecanı duymalıydınız!
“Biliyor musun” diye devam etti. “Çeşitli şarkılardan oluşan bir de kısa albüm yapıp kitabımla verebilirim. Böylece müzik aşkımı da uygulayabilirim” dedi. Ne süper!
Hatta kısa süre sonra bu proje üzerinden konserler bile çıkarabilirmiş.
Ne güzel! Bir kitap ilhamı ve hayaller nerelere kadar götürmüş!
Oysa madalyonun başka bir yüzü daha var; aşırı doz yaratıcılık!
Genci epey tanıyorum. Bu saydıklarından ötesini bile yapabilecek güçte. Bununla birlikte projesindeki müzik çalışmalarını yaparken yolundan çıkabilme potansiyeli de çok yüksek!
Bunu dile getirdim, düşündü mü, yorumu ne oldu diye. Birazcık yutkundu.
Şu ana kadarki sorunlarının hepsinin temelinde, herhangi bir şeyi nihaileştirememiş olması, bunun yarattığı stres duygusu var!
Nasıl önlemler alabilir?
Hayallerinden hiçbirini unutmaması, projesinin detaylarından hiç birini kenara atmaması gerek; akla gelen herhangi bir şey yapılabilir bir şeydir. Ama odağını koruyabilmesi; maymun iştahlılığa düşmemesi için planını tekrar ele alması lazım. Ara hedefler koyması şart!
Amacınıza hakimseniz, gelecek ilhamlar olasılıklarınızı, potansiyellerinizi daha da artırır. Ancak sadece amacınız ışığında sağlıklı adımlar atabilirsiniz.
Amacınızı hatırlayın hep, onu sorgulayın, ona göre değerlendirin. Çünkü amacınız, nedeninizi belirtir ve ne yaptığınız değil, nasıl yaptığınız önemlidir.
Hazır ne-neden demişken, Simon Sinek’ten mükemmel bir konuşma öneriyorum.

7 Eylül 2013 Cumartesi

Medyanın Sosyali Etkileşimin Hızlısı

Medyanın kelime anlamı iletişim ortamı. Sosyal medya ise bu iletişimin etkileşimini artırıyor, hızlandırıyor.
Geçen gün bir müşterim için 2 yeni personel ihtiyacı doğdu ve bununla ilgili 2 tweet attım, bir blog yazdım ve birkaç da mail grubuna bu blog metnini yolladım.
Sonuç?
Kim olduğunu bilmediğim kişilerin yönlendirmeleri ve referanslarıyla onlarca mail, bir çok CV.
Bunları müşterimin talebine göre eledim ve nokta atışı yaptım, aynı İK'cı dostlarımın yaptığı gibi oldu.
Oysa İK sitelerinden diledikleri performansı alamamışlar, ben de arkadaşlarıma sorduğum zamanlarda, süreçler çok yavaş ilerliyordu.
O sebepledir ki sosyal medya atmosferimde direkt ya da dolaylı bir şekilde bulunan, tanıdığım tanımadığım arkadaşlara teşekkür etmek istedim.
Daha da hızlı daha da etkileşimli ortamlara...

4 Eylül 2013 Çarşamba

Çok Çalışıp Az Kazananlar

Her şeyin mihenk taşı bence etkinlik ve verimlilik. Türkçesi; attığımız taş baş yarıyor mu?
Koçluk mesleğine ilk başladığım sıralar, profesyonel hayatımdaki en yoğun çalıştığım günlerden daha yoğun çalışıyor, efor sarf ediyordum. Bir arkadaşımın sorusu üzerine saat başı gelirimi hesapladım ve durum çok kötüydü. Koçluk gibi elit bir hizmet yerine kötü bir mahallede dilenci olsaydım saat kazancım daha çok olabilirdi.
Ama sorun değil, çünkü ben zaten sosyal bir girişimci olarak görüyordum kendimi, yani para odaklı değildim, böyle de olduğu kadar işte…
Sonra verimliliği düşündüm. Bu mali düzlemde dilediğim sosyal etkiyi de yaratamazdım. İş modelimi zaman içinde değiştirdim ve şimdi o günlere nazaran çok daha hareketli, etkili bir sürecin içine girmeyi başardım.
Bu genel iş içinken, geçen gün bir seanstaki konuşmayı aktarıyorum. Girişimci koçluğu için görüştüğüm firma ile tanışma seansımızdı. Pazarlama araçlarını sorguladığım firma, tek tek detayıyla anlatıyordu çalışmalarını. Ne yoğunlukta mailing, ne yoğunlukta telemarketing yapıyorlardı, referans üzerinden satışları nasıldı, yeni müşteriyi nasıl yakalıyorlardı vs…
En çok mesaisini alan şeyi sordum, “telemarketing tabi ki” dendi. 2 kişinin yürüttüğü pazarlama bölümünü kilitleyen görev buyken, getirisini sordum. Geçmiş 5 yıl içinde telemarketing sayesinde kaç satış yakalamışlardı, ortalama bir rakam istedim. “0” dendi, yazıyla da “sıfır”!
Bu durum işlevsizlik bile değil, resmen zarar değil mi? Hem en çok mesaisini alıkoyuyor hem de hiç getiri vermiyor ve o an’a kadar da hiç sorgulanmamış bu durum.
Siteleri üzerinden talep formlarıyla doğan iletişim sürecinden biraz, fuar etkinliklerinden biraz daha çok, ama esas referansları üzerinden müşteri ediniyorlardı.
Peki referans satışlarına dair bir stratejileri var mıydı? Tabi ki hayır! İyi iş, müşteri memnuniyeti ve bol şans… Fayda/maliyet oranı en yüksek kaynakları olan referans satışı üzerine ufak bir strateji geliştirdik biz de.
Ha, mailing sistemini çöpe attık mı? Hayır! Onun da üzerinden gidilmeli, zaman aralığı yönetilmeli ona göre adımlar atılmalı.
Siz peki ne durumdasınız?
Pazarlama kalemlerinizi tartın, zaman/fayda kıyaslaması yapın, fayda/maliyet oranlarınıza bakın ve stratejinizi oluşturun!
Maalesef Türkiye’de strateji kelimesine uzak olduğumuz kadar tepkiliyiz de!
Piyasalarımız aşırı esnek ve belirsiz olabilir. O halde siz de esnek bir strateji kurabilirsiniz ve böylece belirsizlikler karşısında bile en azından minimum beklentilerinizi karşılayabilecek hamleler yapabilirsiniz.
“Pazarlama için attığım adımlar neler?
Bu adımlar için tek tek ne kadar zaman harcıyorum?
Bu adımlardan ortalama getirim ne oldu?
Hangisi için ne yapabilirim?”
Örneğin telemarketing günde 3 saat, mailing haftada 3 saat, referanslar üzerinden pazarlama 0 saat, vs…
Telemarketing 10.000 cirolu bir müşteri, mailing 500 lira değerli 45 müşteri, referanslar üzerinden ise işlerimin neredeyse hepsini yapıyorum.
Telemarketing için seyrek arama günleri yapabilir ya da önemli anlaşmalarımın akabinde bunu da duyuran bir konuşma metni üzerinden hareket edebilirim belki. Mailing için yurtdışında yayınlanan ve etkili olan mailing yazma metotlarını anlatan makaleleri okuyabilir, daha çok pazarlama deneyimi edinebilirim belki. Referanslarım için tanıtıcı ve teşvik edici bir şeyler tasarlayabilirim. Referansta bulunan ve referansla gelen müşterilerime ne gibi jestler yapabilirim?
Bu ve daha birçok adım yapılabilir, ama öncelik ne durumdasınız ve beklentileriniz neler, bunları cevaplayarak stratejinizin en azından kaba hatlarını oluşturmak!

3 Eylül 2013 Salı

Çözüm Çözüm Dediğin Nedir Gülüm?

Çözüm bir yetenek değil, beceridir.
Çözüm bir lüks değil, zorunlu ihtiyaçtır.
Çözüm bir çaba değil, hâldir.
Geçtiğimiz günlerde bir yönetici grup ile zorlu bir projelerinin lansman hazırlığındaydık. Dostumun müşterisi olan firma, bir sürü veri eksikliği dahilinde, sezonunun açılışına ürün yetiştirmeye çalışıyordu.
Ama pazar hakkında yeterli veri alınamıyordu. Bazı adımlarda kanuni kısıtlar vardı. İlgili yönetmelikler aşılsa bile saha personeli güven doğurmuyordu. Rakiplerle arada uçurum vardı. Rakiplerin işi nasıl yürüttüğüne dair rasyonel bir veri edinilemiyordu. Vs…
Dostum olan firma, müşterisine yardım etmemi, süreç üzerine olasılıkları ortaya dökmemi rica etti. Ben de gittim, kendi geliştirdiğim zihin haritalama teknikleri ve bol da koçluk becerileri ile yöneticilerin zihnine yolculuk ettim.
Bir sürü gedik çıktı, hatta bir an “yoksa çözemeyecek miyiz” diye de geçti aklımdan. Bu güne kadar en karmaşık projelerin bile altından kalktık sektör ayrımı olmadan, yoksa ilk kez kayaya mı tosladım
O anda Tanrılar Okulu kitabından bir cümle zihnimde belirdi: “Çözüm üretmeyi bırak, çözümün kendisi ol!
Derin bir nefes aldım, biraz sesli saçmaladım, (saçmalamanın faydaları üzerine bir yazımı okumak için tıklayın) yöneticilere koçluk yaparak onların da saçmalamalarına yardım ettim. Sonra da yepyeni bir “pazarlamada konumlama” tekniği geliştirdim. Tabi masadaki pazarlama yöneticim bunun asimetrik pazarlama diye bir teknik olduğunu söyledi, ancak daha önce kullanmamış.
Yani yeni bir şey keşfetmemiştim aslında, ama kendi içimdeki çözüm hali, dahil olduğum, modere ettiğim sürecin çözümüne kocaman bir ivme katmıştı.
En karmaşık problemlerinizde derin bir nefes alın. Sakin bir nefes daha alın, sonra bir nefes de.
Çözüm olmayı düşünün. Zihninize bunun için biraz zaman verin, izin verin.
Çözüme kavuştuğunuzda nasıl bir duygu halinde olacağınızı hayal edin mesela.
Biraz daha bekleyin ve bu sırada sakince nefesler almaya devam edin.
Azalan stres duygusunun açığa çıkardığı çözümleri göreceksiniz.
Çünkü siz de çözümün kendisi olmaya başlamışsınız!

2 Eylül 2013 Pazartesi

Acil personel ihtiyacı

Acil bir şekilde, Beşiktaş Balmumcu'da kurulu bir bilişim firması yakınım 2 yeni personel arıyor ve acil olduğu için blogumdan paylaşmak istedim.

Yönetici asistanı arayışı;
Bayan olması tercih ediliyor.
Yoğun olmasa bile İngilizce yazışma becerisi aranıyor.
Sekreterya, misafir ağırlama ve genel müdürün ajandasını ayarlayıp takip etmekle görevlendirilecek.

Bilgi işlem yöneticisi arayışı;
Firmanın değişen yapısı sebebiyle arşivleme yapılacak.
Bu süreci yönetebilecek bir arkadaş aranıyor.
Ayrıca bilgisayar kurulumları, ofis içi bilişim desteği (küçük arızalara müdahale edebilecek, bilişim destek firmasıyla arada kontakt kurabilecek, arıza tespiti yapabilecek, yazıcı kurulumu, network paylaşımları vs...)
Bilgisayarların genel bakımıyla ilgilenebilecek ve form oluşturabilecek kadar da yazılım bilgisi süper olur.

CV'leri acilen benimle mustep@gmail.com üzerinden paylaşırsanız sevinirim.

1 Eylül 2013 Pazar

Haykırış Vakti!




Eskiden “eylülüm geldi” derdim. Depresifleştiğim vakitlerin en yoğun olduğu dönemler eylülde olurdu genelde.
Zaman içinde hayata bakışım değişti, başkalarının da değiştirme süreçlerine yardımcı olmak nasip oldu. Öyle ki artık sorunlar, kendimizi gerçekleştirebileceğimiz fırsatlara dönüşmeye başladı…
Sanki her “Aman!” dediğimizde, içimizde saklı bir güzelliğin dışa vurum haykırışları…
Eylül kelimemiz nereden geliyor diye baktım. Üzüm zamanı diye Aylül’den geliyormuş.
Orijinali içinse basit ve yalın yaklaşımlar var; yedinci aya atfen 7 anlamına gelen Septem’den geldiği söyleniyor.
Ama bir yaklaşım da eski Türk kaynaklarından geliyor, Avram Galanti Bodrumlu aracılığıyla; “Akadlıların altıncı ayıdır ve sevinçten haykırmak anlamına gelir”!
Yaz dönemi bitti bitiyor. Sezonlar da krizleriyle, fırsatlarıyla açılıyor.
Peki yeniden başlayan bu döngüde sizin haykırışlarınız ne olacak?
Bu yeni sezonda hangi hayallerinizi gerçekleştirmek istersiniz? (Hayal demişken şu linkleri okumanızı öneriyorum:
ve

Kendi değerlerinizi ne denli yaşayabileceksiniz bu yeni döngüde? (Değerlilik üzerine eski bir yazım için http://mustep.blogspot.com/2012/08/kac-lirasnz.html linkine bakın derim.)
Sorunlar hep vardır, olacaktır. Çünkü o engellerden sıçradıkça kendinizi daha çok gerçekleştirebilirsiniz.
Yorumlarınız, talepleriniz ve çok daha fazlası için iletişebiliriz: cozum@mustep.com
Ve son not: 1 Eylül Dünya Barış Gününüz, barışınıza ilham olsun!

27 Ağustos 2013 Salı

Çözüme Cesaretiniz Varsa!

Bazen çözüm müdahalelerine bile gerek yoktur! Tek gereken durmak ve sakince bakmaktır!
Bir su birikintisinde çamur içinde olduğunuzu düşünün. Hep çamur var mıydı? Hayır! Siz ayak çırptınız ya da bir şekilde hareketleriniz çamuru kaldırdı ve artık ayağınızı göremiyorsunuz.
Yapmanız gereken şey sakince gözlemek! Su dinecek, çamur çökecek!

Bir arkadaşımın en büyük sorunu babasının tavırlarıydı. Orayı burayı sorgularken fark etti ki babası zaten tam da istediği gibi davranıyordu, ortada sorun yoktu yani! O, sorun olduğunu zannediyormuş!

Geçen gün de bir danışanımlaydım. Genel müdür oldu ve aşırı stresliydi. Sık sık saate bakıyordu, aklı bir yerlere gidiyordu.
Yarım saat kadar konuştuk, yol kat ettik biraz ama sordum, stresi gitmemişti daha.
Kalktım, kaldırdım ve duvarlarında bir zihin haritası çizdik. Ben sordum, o cevapladı, birlikte çizdik işte… Detaylarını değiştirip sizin için daha okunaklı bir şekilde haritayı tekrar oluşturdum!
Stresinin altında temelde 4 koca problem çıktı en önemli projesi üzerine.

Bunları detaylandırdığımızda ise işler dallanıp budaklanıyordu, biz de haritayı şekillendiriyorduk.
Sonra ona basit bir soru sordum: “sıralama yapacak olursak nereden başlayalım?”

O ise bir hışımla kalktı ve “zaman!” dedi. “Her şeyin sebebi bu, ilacı bu! Ama çözümü de mucize” dedi. Haklıydı. Çünkü önünde çok büyük kısıtlar var. Firmalarının yürüttüğü projenin teslim tarihine 10 gün bile kalmadı. Yeni bir çözüm ortağına ihtiyaçları var ve adayları yok. Paralel bir süreç için Türkiye’nin en büyük kuruluşlarından birine gittiler ama firma dışarıdan hizmet almayıp kendi yürütecek. Yani fikirlerini çaldırıp, rakiplerini yarattılar. Ve firmadaki bazı projelerle ilgili bilgi eksikliği var, ekip de bu genç yöneticiye karşı dirençli.
Lambadan cin çıksa, zaman isteyecek yani genel müdürümüz!
Yutkundum. Yapılabilecek bir şey yok, kader gibi sanki…
Zamanı deşelim istedim ben de!

Önce zamanı sıkıntı yapan temel şeyler çıktı karşımıza, sonra o temel şeyleri deştik biraz biraz.
Sonuç?
Firma kıyamete gitmiyormuş, sadece biraz fazla mesai yapacak ve kendi çalışma saatleri uzayacak. Zaten buna gönüllü.
“Şimdi nasılsın?” diye sordum. Derin bir nefes aldı ve yüzü gülüyordu. Artık rahatlamıştı.
Haritadan çok anlaşılamaz, çünkü hepsini değiştirdim ama tick işaretleri zaten yürütülen veya ona verdiğim ve çok zamanını almayacak birkaç ödev sayesinde de kolayca üstesinden gelebileceği şeylerdi.
(-) işaretli dallar ise ya zaten alışıldık sorunlardı, stres yaratmaya gerek yoktu, her kurumda karşılaşılan günlük özellikte sorunlardı ya da hiç aciliyeti yoktu.

Kıyamet hissi uyandıracak kadar aşırı acil hangi sorun vardı biliyor musunuz? Zihin haritasına bir daha bakın!
Hiç biri o kadar da önemli değildi aslında! Çünkü esas sorunu çözmesi için de önünde bir hafta olduğunu fark ettik, projeye kıyasla çok kısa bir zaman ama kocaman bir hafta.
Kişisel, projesel veya kurumsal sıkıntıların %10u aslında sadece bir “oluruna bırakıp” oldurmaktan ya da çok basit bir iki adımlık çözümden ibaret.
Belki bunu bizzat siz de biliyorsunuzdur.
Ancak zihniniz ve egonuz, hayatınızı kabusa çeviren sorunun aslında bir balon olduğunu görmek istemiyor. Hele ki basit yollarla çözülebileceğine inanmak istemiyor.
Madem hala mucize arayışını var, geçtiğimiz hafta Türkiye’nin en büyük firmalarından birindeyken, toplantımız sonucu aldığım bir soru mucize olabilir mi?
“Sektörümüze yabancısın, ürünümüzü hiç bilmiyorsun, sorunu burada duydun. Bu çözüme nasıl ulaştık?”
İletişim için cozum@mustep.com

26 Ağustos 2013 Pazartesi

Hamamböceği Sendromu



Hamamböcekleriyle aranız nasıl?
Benim nadir korkularımdan birisiydi. Mantığım bile devredışı kalırdı hamamböcekleriyle karşılaştığımda!
Sonra bizzat geliştirdiğim bazı tekniklerle (nöropsikoloji, bilişsel psikoloji ve koçluk faydalarıyla) bu korkuyu aştım.
Ve onları, hamamböceklerini gözlemeye başladım.
Beni sosyal medyadan takip edenler, böceklere merakımı bilirler.
Zaten bir de akrebim var, Yahya. Onu beslemek için de hamamböceklerim var.
Hamamböcekleri üzerine iş dünyasına yönelik birçok çıkarsamam var ya da onlardan ilham alarak…
Mesela beyinsiz oldukları düşünülür, oysa değiller; hatta risk kabiliyetleri yüksek.
Ayrıca simetrik tasarımları beni benden alıyor. En ufakları da, büyükleri de tasarım anlayışını baştan şekillendirebilecek güçte bence.
Bildiğim en temiz yaratıklar; sürekli temizliyorlar kendilerini.
Yumurtalarının başında veya çok yakınında duruyorlar
Ve daha bir sürü şey…
Hamamböcekleri hakkında yazabileceğim çok şey var, ama benim şimdi dokunmak istediğim konu hamamböceği sendromu!
Gerekliliklerini çok sorgulamışımdır, biliyorsunuzdur; atom bombasına bile dayanabiliyorlar. Nedir bu sürdürülebilirlik aşkı?
Peki sizin sürdürülebilirlik kaynaklarınız neler?
Her krize rağmen bir adım daha atabilmenizi sağlayacak elinizde ne kaynaklar var?
Ve süreç!
Sürece girmeden önce ufak bir şey paylaşayım.
Yahya için barındırdığım hamamböcekleri en son 3 taneydi. Bir gün evden çıkmadan yavrucuklarım ne yapıyor diye kutularını açtım ve aşağıdaki fotoğrafla karşılaştım, 1,5 tane kalmışlar.

Yani yemişler birbirlerini: yamyamlık!
İş süreçlerinizde eğer kaynak yaratmaz, sadece tüketirseniz, hamamböcekleri misali kendi paydaşlarınızı da yemeye ya da onlar tarafından yenilmeye başlarsınız.
O sebeple piyasanızdan tükettiğiniz kadar, piyasanıza ekmelisiniz de… Yeni pazarlar, yeni üretim faktörleri, yeni kaynaklar, hatta yeni rakipler…