30 Aralık 2010 Perşembe

İstihdamını beklemek mi?



Geçen akşam bir dostumla beraberdim. Kendisi bir bankanın orta düzey bir profesyoneli, bir derneğin yöneticisi ve sosyal damarları yüksek, sesi yumuşak, süper sempatik bir insan.
Onunla iş hayatı, sosyal projeler, eğitmenlik, istihdam ve girişimcilik üzerine konuştuk.
Birçok kişinin bildiği gibi istihdam değil girişimcilik hedefinde birisiyim ve kişinin istihdamını beklemesi (gönderilen CV'lere cevaplar ve/veya KPSS yolculuğu) taraftarı değilim.
Kişinin geçirdiği her gün bir girişimde bulunması ve hala gerektiğine inanıyorsa az ve öz iş başvuruları sürdürmesi vs...
Ancak dostum ise biraz daha farklı yaklaşımlar sundu.
Bankacılığın yarattığı yönetmelik ve tüzüklere uyma zorunluluğu, kişinin alışkanlık kabiliyetiyle de buluşunca, çok kolay bir şekilde pasifize edildiği ve hatta direk kendisini durduruğunu konuştuk.
iİş hayatında "doğrudur" diye "öğretilenler" ve bunları yönetmemiz,baskılayıcılığını kontrol edebilmemiz için bir yazı dizisi tasarladım.
Günümüzün genellikle en büyük bölümünü bloke eden iş hayatına dair Endüstriyel Yogiler yazımı, Üçüncügöz Dergisi'nin yeni sayısında okuyabileceksiniz.

29 Aralık 2010 Çarşamba

Dans deyip geçme, tanı


Tango diye duyardım küçüklüğümde, hiç aklım ermezdi, kurgulayamazdım nasıl bir şey diye.
Bir gün TRT FM'de bir gece programında, ardarda süper müzikler çalıyordu ve konuk konuşmacı da bu şuranın tangosu, bu buranın tangosu diyordu. Sanmıştım ki tango bir müzik türü, bir de onun üstüne dans eklemişler.
Sonra bir gün Por Una Cabeza'nın eşliğinde Al Pacino'yu izledim.
O an o müziğe kapılmamak elde mi?
Kaç zamandır arzulamıştım öğrenmeyi, bir türlü olmuyordu. En sonunda başladım ben de tango derslerine ve bu mutluluğumu duyurmak istedim.
Düşündüğüm kadar kolay değilmiş. Sehpanın üzerinde bile dans edebilecekken ben, tangoda henüz rap rap adımlar atamıyorum. Ama ilk başlarda normalmiş bu.
Bir erkek olarak tüm hakimiyetin sizde olması, garip bir ego çıkarıyor ortaya, sosyolojik ödevinizi, size yüklenenleri hatırlıyorsunuz biraz biraz.
Olayın kadın kısmı kolay, o adımlarını atsın, siz ritmi yakaladıktan sonra erkek olarak yönlendireceksiniz:)
Tabi işin şakası bu. Tahminimce kadın da erkeği takip edecek ve onun enerjisine ayak uydurmak için algılarına yüklenecek ve bu da onu zorlayacaktır.
Dün özellikle bir şey dikkatimi çekti. Dersten önce bir toplantıdaydım ve pek de hoş geçmemişti. Aşırı gergindim ve henüz üzerimden atamamıştım. Ders sırasında da karşımdaki bayanın aksaklıkları, sabrımı, tahammülümü zorluyordu. Bir ara patlarcasına çıkıp gitmek dahi istemiştim. Ancak, hatırladım ki insanlarla iletişim ve birliktelik, uyum üzerine çalışıyorum. Gergin ortamlarda uyumluluk üzerine hoş, aslında hoş değil zor bir etüd yapmış olacaktım. Nitekim yaptım da, uyumu yakaladık ve adımlarımız çok daha güzel olmaya başlamıştı. Sanki ders değil de terapi gibi olmuştu. Daha önce böyle bakmamıştım tangoya.
A bu arada, kurumsal tango mantığı üzerine, indoor etkinlik şeklinde de bir proje söz konusu, hatta tasarı değil, ufak ufak adımlar atılmaya başlamış. Konuyla ilgili biraz bilgilendim, dikkatimi çekti.
3. dersimi aldım Tangoda. Eğitmenim de dünya derecesine sahip bir genç; Ceren Varol, kurumunun adı da Tangolita.
Taksim'de, iş çıkışına uygun saatlerde bu terapiymiş, dansmış, dersmiş, farklılıklarmış deneyimlemek isterseniz, derslerde ve sonrasında milongalarda buluşalım. Detaylı bilgi için ceren.varol@tangolita.com üzerinden ve haliyle www.tangolita.com ile bilgi edinebilirsiniz.

17 Aralık 2010 Cuma

İstanbul'daydım

Geçtiğimiz gün, ayın 16sı, benim için en heyecan verici deneyimlerimden biriydi yaşadığım.
Sadece başkanını tanıdığım, İstanbul Üniversitesi Ekonometri Kulubü'nün yönetim kadrosuyla buluştuk.
Bir projelerini birlikte geliştireceğiz düşüncesiyle gitmiştim, oysa kişisel gelişimden konuşmak istediler.
Önceki konuşmalarım, bir eğitim, bir seminer, bir atölye üzerineydi, haliyle bir kurgu vardı, oysa burada spontaneydi her şey. Hep de merak ederdim, rastgele serbest atış sorularda nasıl yaklaşabilirim, konular arasında bağ kurarak, sıçrayarak, gerçekten rahat olarak konuşabilir miyim vs?
Grup dinamiği nasıl olacak? Kendimi konularıma hakim hissediyorum ama gerçekten bu hislerimi duyularımla da görebilecek miyim?
Girişimcilik konuştuk, kulüp üyeliği konuştuk, amaçlar, sevgililer, iş hayatı, kişisel gelişim, koçluk, çok para, kendine yatırım, Ahmet Şerif İzgören, Derya Akkaya, Timur Tiryaki, Tanrılar Okulu, inanmak...
Egom okşandı birazcık, o sebeple pek detaylandırmak istemiyorum.
Ama yüzleri gülüyordu katılımcıların, yüzüm gülüyordu.
Böyle bir deneyim, hayalim için çok verimli bir adım oldu.
Teşekkürler Ekolular:)

9 Aralık 2010 Perşembe

Ortak Akıllar Buluştu

Daha önce bahsettiğim (bknz: http://mustep.blogspot.com/2010/12/ortak-akl-bulusmas.html) ve ekonominin önemli bir ihtiyacı olarak görülen bu networking projemiz, küçük bir grup olarak toplanmamızla, gerçeklemiş oldu.
Bu başlangıç toplantısında, girişimlerin ve girişimcilerin akla gelen ilk ihtiyaçları sıralandı ki bu sayede ileriki toplantılarımızda, bunlara yönelik projeler geliştirelim:
Kurumsal altyapılar, sermaye, fikrin uygulanabilirliği, pazarlama ve tanıtım sistemleri, hedef belirleme ve çabuk kırılmayan motivasyon gibi ihtiyaç kalemler dile getirildi.
Buna karşılık katılımcılar, bilgi ve networkleri, iş ağları vasıtasıyla sıcak çözümlerini paylaştılar.
Daha çok masa başı sohbet kıvamında geçen bu ilk toplantımızın devamındaki safhalarda, şu an için sıralı olan ihtiyaçlara yönelik bilgisayar destekli çözüm sunumlarını paylaşmayı da tasarladık.
12 Ocak 2011'de yapmayı planladığımız kurumsal altyapı ile pazarlama ve tanıtım sistemlerine yönelik kurgulanacak bir sonraki toplantımız için şimdiden iletişime geçiniz.
Saygılarımla,
Ortak Akıl Projesi Ekibi adına
Mustafa Emin Palaz

7 Aralık 2010 Salı

Bağdat Sanat'tayım

Yenileşme sürecinde olduğumu biliyorsunuz.
Bu sıralar yeni ekip arkadaşarı ve yeni hizmet noktaları yaratmaya çalışıyorum. Daha öncesinde İnovizyon ve YaşamOra'dan bahsetmiştim.
Bu sefer de şans eseri tanıştığım ve çok sevdiğim bir kurumu dillendirmek istiyorum: Bağdat Sanat.
Piyasada albümü bulunan bir akademisyen olan Cenk Yüksel'in kurduğu Bağdat Sanat, Bağdat Caddesi'ndeki sanat okullarından birisi.
Farkı ise, akademisyen sanatçıların eğitim verdiği bir kuruluş olması. Yani iki gitar çalıp eğitmenliğe soyunan değil, konusunda yetkin eğitimler alıp bu yönde hizmet verenlerin oluşturduğu bir kuruluş.
Zaten Cenk'in genç ve enerjik ruhunu, daha tokalaşırken hissediyorsunuz.
Ancak bu güzel enerjinin ve sinerjinin de biraz tanıtıma ihtiyacı var ki daha fazla insan bu sinerjiden nasiplensin.
Mesela orada verilen enstrüman, şan, solfej, diksiyon-artikülasyon, drama ve dans eğitimlerinin hepsinden benim haberim yoktu.
Veya Cenk'in organizasyon alt yapısından ve Bağdat Sanat'ın böyle ihtiyaçlara da cevap verebilir pozisyonundan.
Mütevazi yapısından ötürü sosyal projelerinin reklamını yapmamı pek istemedi, ama en azından bu niyetini paylaşabilirim sanırım:)
Her türlü eylemde, işin içinde keyif varsa, verimin arttığından bahsediyoruz ya...
İster akademilere hazırlık, ister hobi olsun, bu faaliyetlerden herkesin yararlanmasını dilerim.
Bir de şirin web sitelerinin linkini vereyim, tam olsun: www.bagdatsanat.com
Keyifli sanatlar efendim.

4 Aralık 2010 Cumartesi

Ortak Akıl Buluşması

Networking artık en çok ihtiyaç duyulan olgulardan biri. Sık sık toplantılar düzenlenip, yeni insanlarla tanışıp, ağımızı geliştirme çabası da bundan zaten.
Ancak genel şikayetler, bu networking toplantılarına gidip, bir avuç kart toplayıp, bir avuç kart dağıtmak ve belki bir iki sohbet edip ayrılmak.
Oysa birimiz inşaat mantolama yaparken, tanıştığımız kişi tıp kongreleri organizatörü olabiliyor. Girişimci mantıkta birisiysek bu tanışıklıktan değer yaratabiliriz, ancak bu beceriye kaçımız sahip? Maalesef bu durumda da o toplantı sadece hoş müzikler, bol gürültü ve birkaç yeni yüzden ibaret boşa geçen zaman olarak yer buluyor hayatımızda.
O sebeple biraz daha verimli olabilir miyiz dedik ve Fors Plus yönetimiyle kafa yorduk.
Daha önce bahsetmiştim zaten Fors Plus'taki güzel insanlardan (ki hatırlamak için buraya tıklayabilirsiniz)
7 Aralık'ta başlangıcını planladığımız toplantılarda daha odaklı davranalım dedik.
Girişimciler, girişimcilik üzerine meraklı olanlar, girişimcilerin ihtiyaçlarına çözüm sunanlar bir araya gelemez mi?
Mustep Gelişim Hizmetleri ve Fors Plus Yönetim ve Danışmanlık olarak, Ortak Akıl Buluşması adını verdiğimiz bu buluşmanın, ilerleyen tarihlerdeki olası senaryolarından birisi;
Mesela girişimlerin ihtiyaçlarından birisi Sosyal Medya Yönetimi ve bu yönde yapıcı hizmetler sunan BORAN-ICT'den Fatih Boran Berber'i çağırıyoruz. 10-15 dakika kadar belki kendisi ve özellikle sunduğu hizmetler, fikirler, projeler ve çözümleri üzerine konuştuktan sonra, kalan 1 saatlik süreçte ise doya doya soruları cevaplıyor.
Böylece o toplantıda kimler oluyor? Sosyal medya yöneticileri ve/veya sosyal medya ihtiyacı olanlar ve/veya sosyal medya hakkında merakı olanlar ve/veya benzeri çözümleri olanlar.
Sizce de bu toplantılar daha verimli olmaz mı?
Merak edenler m@mustep.com üzerinden bana mail atabilirler efendim.

Alfa İnsan Olmak

Arabamızın motor gücü ne kadar çok olursa olsun, kadrajın kabiliyeti ne kadar yüksek yazarsa yazsın, benzin depomuz da dolu olsun, ayağımızı debriyajdan çekmezsek, vitese geçmez ve ilerleyemeyiz, değil mi?
Sadece kuru gürültü.
Bu durum, kişisel gelişim yolculuğunda da çok benzer. Neler çalışırsak çalışalım, uygulama yapmamız gerekiyor. Bu, öncelikli gereksinimimiz. Ancak verim için, kaliteli sonuçlar alabilmek için, uygun frekanslara da ihtiyacımız var.
Olgunlaşan zihin yapısında ve meditasyon halindeki beyin dalgaları da denktir ve bu da ölçümlerde Alfa Frekansı olarak tanımlanıyor.
Kaliteli sonuçlar elde edebilme konusundaki bu açığa bir güzel insan dokunmuş ve çözüme çabalamış. İnsanın bildiği değil yapabildiği hususunda odaklanan Timur Tiryaki, güzel enerjisiyle buraya da ışık tutuyor.
Bir önceki blog yazımda paylaştığım YaşamOra Hizmetleri'nde de bu güzel enerji esmiş olacak.
18-19 Aralık'ta Caddebostan'da yapacağı eğitimi, 25-26 Aralık'ta da Çekmeköy'deki merkezimizde sunacak.
Bildiklerimizi uygulayabilmek ve amaçlı birer insan olabilme konusunda kendine yatırım yaptıracak bu eğitimin detayları için ve katılım koşulları için, buraya tıklayabilir linkine tıklayabilir veya 216 641 3028'den bilgi alabilirsiniz. Eğitimin gerçekleştirileceği merkezimiz YaşamOra'yı tanımak için de YaşamOra.com üzerinden bilgi edinebilirsiniz.
dipnot: Naturel 2010 Fuarı'nda, yarın (05 Aralık, Pazar Günü yani) Timur hem bir konuşma verecek hem de kitabını imzalayacak, duyurmadı, bilmiyordu demeyin.

YaşamOra Hizmetleri


"Öyle bir merkez olsun ki, kişisel gelişim hizmetleri sunsun, gün be gün daha iyi hizmet versin" fikrine sahip biriydi Nurcan Arslan. Bu niyetiyle yanında bir başka güzel insan daha vardı, ki adı Ayşegül Perek. Üzerine benim de desteğim eklendi ve hem kuruluş aşamasında Girişimci Koçluğu yaptığım hem de bu hizmetimin ilk meyvesini yediğim bir hizmet merkezi oluşturduk.
Kişisel gelişim hizmetleri üzerine kafa yorarken, Nurcan ve Ayşegül'ün aslen öğretmen oluşundan ötürü özel ders desteklerine de talep geldi ve hizmet kalemlerimize ders desteğini de ekledik.
Çekmeköy'de kurulu bu merkezde ben öğrencilere Öğrenci Koçluğu, yetişkinlere Yaşam Koçluğu sunuyor, bazı eğitmenlerle işbirliği sağlıyorum.
Çok yeni olmamıza rağmen, daha şimdiden gözle görülür başarılar kaydettik diyebilirim.
Kişisel gelişim eğitimleri de sunalım dedik ve 25-26 Aralık'ta, eğitmenlerimden Timur Tiryaki'nin, Alfa İnsan Olmak eğitimini merkezimizde, Çekmeköylülerle paylaşmaya dair program hazırladık.
ama bu güzel etkinliği, bir yazıya sıkıştırmak istemem:) Detayları bir sonraki yazıda paylaşacağım.
Çekmeköylülere ve Çekmeköy'de hizmet vermeyi düşünen herkese kapımız açık.
Detaylı bilgi için web sitemize göz atabilirsiniz: YaşamOra.com

Koşturuyoruz işte hizmet niyetiyle

Uzun zamandır yazmıyordum.
Ama koşturuyorum, yeni ve güzel birşeyler yapmaya çalışıyorum ki çok şükür artık planlama evresinden, eyleme geçmeye de başladım, hatta başladık.
Biz diyebilirim rahat bir şekilde, çünkü artık bir kaç tane "biz"in oluşturduğu bir ağ içindeyim, son 3 senedir hayal ettiğim gibi.
Kaba bir özet ekmek ve bir süredir yazamadığım gelişmelerden bahsetmek istiyorum.

***Nişantaşı'nda bir ofisimiz oldu. İnovizyon Eğitim ve Danışmanlık olarak, eski arkadaşlarım, koçluk ve eğitimlerim başta olmak üzere bazı hizmetlerin satışı üzerine bir ofis kurdular.

***Çekmeköy'de bir merkezimiz oldu. YaşamOra Hizmetleri adında, yaşama dair hizmetler mantığıyla bir araya gelen bu oluşumda; benim öğrenci ve yetişkinlere koçluk sunduğum, öğrencilere öğretmenlerin özel ders desteği verdiği, kişisel gelişim ve hobi eğitimlerinin hazırlığında olduğumuz, Alemdağ Ormanı manzaralı, çok hoş bir merkezimiz oldu. Yakında bir kokteyl yapalım diyoruz, haberdar ederim:)

***Bu arada girişimcilikten uzak duracak değilim. 7 Aralık'ta Fors Plus'ta, girişimcilik üzerine özel bir buluşmamız var. Ama uzun uzun bir başka yazıyla paylaşacağım bunu.

***"Biz" duygusu çok hoş. Ancak kendime de baktım ve Mustep'i artık kendimden çıkarıp bir ekip haline getirmeye niyetlendim ve Mustep Gelişim Hizmetleri adıyla ekipleşmeye geçtik efendim. Web sitemde de yenilemelere gittim haliyle.
Detayları bugün paylaşmış olacağım.
Şimdilik esenlikler dilerim.

31 Ekim 2010 Pazar

Saygı Şeker Mi?


Dün yağmur yağıyordu ve İstanbul'da ulaşım çabasında bir birey olarak kilitlenendendim ben de...
Sonra baktım ki araç ilerlemiyor, indim ve başladım yürümeye.
Öyle seller yaratacak bir yağmur olmadığını fark ettim, sadece yağıyordu.
O sırada düşünüyordum, yağmurun nasıl bir gücü var da trafik kilitlenebiliyor diye.
Derken soru net olunca, cevap da çıktı karşıma.
Trafik bir noktada sıkışmış, çünkü ara yoldan gelip bir yöne sapmak isteyen bir araç, kendi yol hakkını kendisi almak istemiş ve şeridin orta yerinden burnunu sokmaya çalışmış.
Öyle ki; akan şeridi de dikine kesip, tıkamış.
Çalan kornaların ise bini bir para. Klakson konusundaki önerimi hatırlattı bu durum (siz de hatırlamak isterseniz tıklayın)
Ancak kornaların açamadığı bu yolda bariz bir saygı eksikliği vardı. Ne yolu kesen aracın sürücüsünün diğer sürücülere, ne de o yönde akan araçların sürücüsünden, hatalı sürücümüze...
Hatayı hatalarla protesto etmek gibi kısaca...
Acep dedim, saygı şeker mi de yağmuru yiyince eriyip gitti?

20 Ekim 2010 Çarşamba

Pranik Şifa Dedikleriyle Tanıştım

Nefes üzerine çok haşır neşir birisi olarak hep duyuyorum "Mustafa Pranik Şifa mı yapıyorsun?" sorunu. Oysa daha bilmiyordum ne olduğunu ne bittiğini.
Geçtiğimiz haftasonu şans eseri tanıştım bu teknikle.
Bu tekniğin uzman eğitmeni ülkemize gelecekmiş ve bir dostum da benden eğitim sırasında çevirisini yapmamı istedi ve şans da gözlerini kırpmış oldu.
Çok basit temeller üzerine kurulu olup, tanıştığım teknikler arasında en karmaşadan uzak ve en işlevsel yaklaşımlardan birisi olması sebebiyle biraz bahsetmek istedim.
Nefes alınıyor ve çeşitli enerji çalışmaları ile üzerlerine 456576185765465764156 kitap yazılmış çakralar hakkında baya bilgi ediniyor ve daha eğitim sırasındayken uygulamalarda bulunuyorsunuz.
Nefes alıyor ve nefes veriyorsunuz. Basit gözüken bir hapın kullanımı bile "sabah bir tane tok karna akşam yarım aç karna" gibisinden yaklaşımları varken, burada "30-10" gibi her şekilde, herkesde aynı olabilecek şeyler söz konusu.
"Ya tabi, her tekniğin ayrı bir güzelliği var" diyen yalanlardan da bakabiliriz, ancak beni esas etkileyen unsurlardan birisi de eğitmen Amirhossein Khonsari, kısaca Amir.
Yüzüne entegre gülümsemesi ve çeviri sırasındaki sakin, anlayışlı anlatımı, yaydığı enerji...
Zaten beni etkileyen bunlar olduğu için çalışmasından ekstra mesai göstererek bahsetmek istedim ve hatta duyurularında da yardımcı olma arzusundayım.
Bu çalışma hakkında yakında daha da bilgi paylaşmaya niyetliyim, ancak bana m@mustep.com mail adresine mail yollarsanız da bu konuda özel bir grup açabilirim.

Koçluğun Felsefesi

Size daha önce Derya'yla yaptığımız röportaj içinde bahsedilmişti koçlukla ilgili bir, farklı bir çalışma yapılacağından: koçluk felsefesi.
Geçen gün gözleme imkanım oldu. Yine koçluk eğitiminde olduğu gibi sevimli bir ortam, yine konuşuluyor bol bol, yine odağımızda koçluk var.
Zaten koçluk yaklaşımını farklı ve verimli bir şekilde ele alan Derya, kendi yaklaşımlarında da değişik birşey yapmış ve Cicero'dan, Fatih Sultan Mehmet'ten... yaklaşımlar araştırıp, paylaşıyor.
Böylece klişeleşmiş "şu güçlü bir liderdir, dünya kabul etmiştir vizyonerliğini. bu büyük bir düşünürdür, tez konusu olmuştur. vıdı-vıdı"larından uzaklaşmış oluyoruz büyük ölçüde.
Eğlencesini tarif edemem zaten.
Ali Kuşçu hayranı birisi olarak (Fatih Sultan Mehmet'in matematik, felsefe ve akıl hocası) "Ali Kuşçu, kuantumla ilk ilgilenenlerdendi" gibi bir mantığı başkasının ağzından duymak, çok keyiflendirmişti.
Filozofların yaklaşımlarının değişkenlik ve esnekliklerinin, koçluğa uyarlanması üzerine kurulu bu etkinliğe katılmanın bir şartı var, koçluk hakkında eğitim almış olmak.

7 Ekim 2010 Perşembe

Kim demiş ofis açmak pahalı diye?

Ekonomik psikolojiye baktığımda gördüğüm iki ana kalem var.
Sanayi endüstrisinde mekanikleşme artıyor ya da insandan uzaklaşma dersek daha doğru olur. Akıllı robotik sistemler artıyor, yapay zeka, otomasyon vs...
Hizmet endüstrisinde ise tersi yönde bir kutuplaşma söz konusu, daha da insancıl, daha bireysel, daha kompakt, daha basit, daha sade...
Bir maliye öğrencisi, bir hayat koçu, bir konsept geliştirici olarak sibernize üretim sistemleri konusunda çok kafa yormuyorum, ahkam kesmeyi uzmanlarımıza bırakıyorum.
Ancak hizmet sektöründe gelişmeleri takip ediyorum haliyle.
Deli saçması işler üzerine beni her hareketiyle kendine hayran bırakan Richard Branson'ın Türk versiyonunu dinledim geçen gün: Murat Şahin. Bazı hizmetlerin bireyselleşmesi üzerine übersüper iş fikri ile çok kişiye ilham olabilecek birisi. İzlenmesi, takip edilmesi gereken birisi ve mümkünse fırsat buldukça da dinlenmeli:) Çok keyifli bir anlatımı var.
Ancak Murat Bey zaten bilinen birisi. Ben ise yeni tanıştığım, zaten yeni kurulmuş bir girişimden bahsetmek istiyorum: Fors Plus.

İş fikirlerinin artık hızlandırılmış (!) dünyaya entegre zorunluluğuyla, aklımdaki iş fikirlerinden birini sorgulattım ve iki tatlı insanın icra ettiklerini gördüm: sanal ofis.
Muadilleri yok mu? Onlar da var, ama benim için bu insanlara ısındı ve tanışmanın haricinde bir de tanıtmak istedim.
Kaba bir özetle, işyerleri var, çok hoş, çok fonksiyonel, hoş da bir dizaynı var. "Kolları sıvayalım da iş yapalım" dedirten turuncuyu resmen hissediyorsunuz.
Peki onlar napıyorlar bu işyerini? İhtiyacınıza göre bölüp, sizin kullanımınıza açıyorlar. Özellikle freelance çalışanlar ile şık bir ofis kurmak isteyip maliyetinden çekinen girişimciler için birebir.
İş fikri olup geliştirmek isteyenler ve mevcut girişimini geliştirmek isteyenler için verdiğim hizmetlerde, burasıyla iş birliğine niyetliyim. Projemi hatırlamak için buraya tıklayabilirsiniz.
McDonald's'ta algıladığım kadarıyla yemeğe vakit harcamaktansa, kendine zaman ayır gibi bir mantık var en olumlu bakış açımla. Ancak buna kaçımız inanıyor? Ben inanmıyorum:)))
Oysa burada, girişim maliyetleri cebinde kalsın mantığını ve samimiyeti gözünüzle görebiliyorsunuz.
Reklam gibi oldu kabul ediyorum, ama aramızda anlaşma falan yok:)
Sevdim, takdir ettim, yararlanılması taraftarıyım, yazdım.

3 Ekim 2010 Pazar

Duyuruların duyurusu

Yeni bir aya girildi. Yazın miskinliğinin hala kısım kısım üstümüzde olmasına rağmen, silkelendiğimiz şu günlerde güneş de bir görünüp parladı bir yağdırdı bulutları.
Neyse efenim, bu silkelenme dönemine ben de girdim. Umuyorum çok yakın zamanda Mustep Gelişim Hizm. olarak küçük bir duyurumu paylaşabileceğim.
Uzun hazırlıkları bir kenara bırakıp, kabuk kırma sürecine daha da hızlı girdiğimi düşündüren bu süreçte birkaç arkadaşımla "işbirliği" kavramını da yenilemeye çalıştık. Detayları ve fazlasını olabildiğince kısa sürede paylaşacağım.
Ancak hem dergimizin yeni sayısının hem de eğitmenim Derya Akkaya ile röportajımızın duyurusunu yapayım istedim hızlıca.
Keyifli okumalar.

27 Eylül 2010 Pazartesi

Tatlı seri katilimiz Dexter, doğu tınılarını kullanarak iletişimde neler kazandırabilir?


Hoş bir gün bugün. Daha ilk dakikalarından beridir hoş bir gün.
Dostlarımla beraberdim. Family Guy'ın komikliğiyle başladım günün ilk saatlerine.
Ardından özlediğim bir dostumu gördüm: Dexter.
Bu süper dizinin yeni sezon bölümünü izledim. Daha o jenerik müziğini dinlerken içimde dalgalanan mutluluğu anlatamam.
Sonrasında internette birşeyler araştırırken, blogumu unuttuğum, birazcık ihmal ettiğim geldi aklıma. 12 Eylül referandumu yorumu ve bu sıkıcı konunun ardından ay sonuna dek süren bir sessizlik.
Bu ayrı kaldığım dönemde 2 sosyal 3 de iktisadi olarak yeni projelerle uğraştım ve umuyorum ki çok yakında hayat bulacaklar. Ayrıntılardan bazıları için web sitelerime bakabilirsiniz, buraya yazmaya gerek yok sanırım.
Bu sırada saat ilerlemişti ve yatmaya niyetlenirken birden, başka bir dostumu gördüm kayıtlar arasında. Ne kadar çok özlemişim onu, onları.
Supernatural'dan bahsediyorum, inlerle cinlerle kapışan kardeşler... Ekrana sarılmak istedim o an:))

Bu haz duyguları uyumamı engelledi haliyle daha da oturdum gecenin kollarında. Sonrasında evinde kaldığım dostumla okuluma gittim.
Birşeyler atıştırmak için büfeye geçtik ve arkadaşım çok beğenmiş: "Bizim okulun kantinine yaklaşamaz ama Yıldız'dan çok daha güzel..."
Kendisi özel bir üniversitede okuyor, Boğaz'a nazır, ben ise malumunuz birkaç bina arasında...
Sevindim az da olsa. Dahil olduğum birşeyin pek kullanmasam, yararlanmasam bile bir noktasının beğenilmesi, hoşuma gitmişti.
Sonra birden müzik-bilimci bir arkadaşımın sohbetinden bir detay aklıma geldi. Kendisi dini konulardan hiç haz etmeyen birisi, rahatsızlık duyuyor.
Ama bir araştırması için makamlara tararken, doğu müziğindeki Arap tınıları ve İslami tınılardan etkileniyor ve bu hoşuna gidiyor.
Müzik, uzak durduğu, haz etmediği hatta rahatsız olduğu bir konuda ılımanlaştırıyor.
Acaba beğenilerimiz, ilgilerimiz ve değer yargılarımız birleştiğinde, bir uyum yakalanırsa, bu güç, o konuda iletişim sağlayabilmek için kullanılabilir mi?

6 Eylül 2010 Pazartesi

13 Eylül :S


Uzun bir süredir siyasetle politikanın farklarını dahi bilmeyen kişilerden siyaset ve politika vaazları dinliyordum.
Bir yandan da apolitik insanlarımızdan ötürü hayıflanıyordum.
Ya kör aşık siyasetçi ya da apolitik... Şakül hiç dengeye gelemez miydi?
Şükür referandum var.
Mantıklı olsun ya da olmasın, insanlar bir düşüncedeler; evet ya da hayır...
Gerçi gözlem yapınca bu durum da can sıkıcı. Zira insanların neredeyse tamamı ya AKP için "evet" diyor ya da AK Parti için "hayır" diyor.
İçerikten ziyade ideolojik uygunluk.
Bununla ilgilenenler de var gördüğüm kadarıyla, içeriğin ne olup bittiğiyle.
Bir devrimciyle tanıştım, en azından kendisini böyle tanımlıyordu. "Yetmez ama evlat" dedi, "bu bir adım, evet deyip destekleyeceğim".
Bir amca ise, "ben anlamadım, benim aklım almadı, o yüzden hayır diyeceğim" dedi.
Evet ya da hayır sonuçta, düşünerek çıkan bir sav olduğu için saygı duyuyor ve ikisini de destekliyorum. Ki böylece 1980in müzdarip olduğum etkilerinden apolitikliğin de küçük küçük kırıldığını gözlüyorum.
Ama kırılma demişken...
13 Eylül sabahını merak ediyorum ben çok çok.
Sandıktan EVET çıkarsa, aklı ermeyen, yolsuzlukları görmeyen, koyunlaştırılmış yobazlarımız ile aydın, entellektüel, laiklerimiz arasındaki gölge daha da derinleşecek mi diye şüpheleniyorum.
Bu sosyal kırılmanın bir avantajı, iktidar güven tazeledi düşüncesiyle bir zafer olup, yandaşçılığı da körükler mi acaba?
İnsanımızın kinayeli yaklaşımlarıyla vatan için HAYIR işlenmiş olsa pekala?
Sözde aydınlarımızın, sözde yobazlara yönelik sözde kavgası kazanılmış ve hükümete BİR DERS verilmiş olacak mı?
Ekonomik değerlerimiz bu kardeş aşkından (?!?!) ötürü nasıl tepki verecek?
Tabi ülkemizde yaşamayıp yönetimine katılmak için gelmeyi planlayanlara da değinmek isterdim ama...
Oy kullanmayacak birisi olarak merakla bekliyorum 13 Eylül'ü:)
-- dipnot: bu yazıyı yazarken MSN üzerinden ölçtüğüm küçük referandum nabzında, oy kullanacak arkadaşlarımın %50si neden o oyu atacaklarını bilmiyorlar, ama neyse ki birkaçı araştırdı ve artık düşüncesinin bir nedeni var:)
Kendilerini buradan tebrik ediyor ve ülkeleri için yaptıkları bu ulvi görevden ötürü alkışlıyorum. Darısı benim başıma:)

26 Ağustos 2010 Perşembe

Kartlarla terapi mi?


Dün seminerimi vermek için Tuva Sanat'taydım, ama erken gittim. Çünkü yeni tanıştığım Nicolas Lecerf ile, bana kendi terapisini yapması için buluştuk. Biraz bundan bahsetmek istiyorum.
Öncelikle Nicolas hakkında kabaca bilgi vermek gerekirse; aslen Fransız olan, ancak Çin'de, Kanada'da, Avrupa'nın birçok noktasında önemli danışmanlıklar yapmış ve sürdürülebilir başarı üzerine uzmanlaşmış, 45 yaşında bir hoş insan.
Çalışmasının adı ise Tarot Terapi.
Eskiden tarot yorumlayan birisi olmama rağmen, ilk kez böyle bir yaklaşım gördüm diyebilirim.
Klasik beklentilerdeki gibi gelecek tahmini değil, dün nasıldı, bugünün nasıl ve hangi deneyimlerin, hangi sebeplere dayanıyordu... Bu gibi başlıklar üzerinde duruldu diyebilirim.
3 partilik çalışmanın ilk seansı benim için hem çok verimliydi hem de bazı kişisel sebeplerle çok onore ediciydi.
Özgüvenimi artırdım diyebilirim, biraz daha kendini tanıyorsun, bir güzel ağızdan duyarak.
Bundan sonraki aşamada, aklınızda herhangi bir soru varsa, onu sorabiliyorsunuz.
Benden önceki arkadaş mesela projesinin akıbetini sordu; sürecin gedikleri, problemleri ve olası çözümleri çıktı ortaya.
Arkadaş projesini düşünürken projelerle, işlerle ilgili bir karttı elindeki. Ben "o mu, bu mu" derken seçimlere vurgu yapan bir kart seçtim ve sonra diğer kartlarla bunları destekledim.
Hatta, yapılan işlem her seferinde desteden bir kart seçmek olsa dahi, çok spesifik bir sürecin tüm adımları sırasıyla dökülmüştü önümüze.
Aklınızdaki tüm soruları sorabiliyorsunuzdur sanırım bu aşamada, ama bana bir tanesi ve cevabı yetti.
En son bölümde ise, rastgele bir kart seçiliyor ve yorumlanıyor. Tavsiye adını veriyor Nico buraya. Burası da diğer bölümlere çok yakındı ve gayet verimliydi.
Hiç bilinmeyen birşey değildi Nicolas'ın bana söyledikleri, ancak zaten olay da burada sanırım. Önümde bulunan noktaları, hayır niyetli birisi, benim seçimlerimden yola çıkarak, bana göre tasnifleyip anlatıyor.
Terapilerle aram pek iyi değildir, ama bunu sevdim. Okuyup da görüşmek isterseniz, bilgi isterseniz diye mailini vereyim; nlecerf@gmail.com
Facebook'ta izlemek için tıklayın.
Kendisini Kalamış'ta Hariom Yoga'da, Taksim'de de Tuva Sanat'ta bulabilirsiniz.
Kendimizi affedebilmemiz dileğiyle...

22 Ağustos 2010 Pazar

Allah mı, babam mı?

Geçen gün sohbetler öyle bir konuya geldi ki, elde alkol, ağızda din...
Önce iki kişi konuşuyordu, birisi düşüncede muhafazakar, görünüş gece kızı; diğeri ise görünüşte bir özellik yok, düşüncede birlik inancı.
Beyimiz kızımıza Allah'ın gereksizliğini anlatırken, sahilden kalkmış da gelmiş imajındaki hanım kızımız da dininin fayda ve kazandırdığı güçleri aktarıyordu.
İşin hoş tarafı, iki tarafın da bir inancının olması ve bunu ifade edebilmeleriydi... Boş değillerdi yani.
Ancak birbirlerine kendi fikirlerini empoze etme çabaları, kızımızın kalkması zorunluluğuyla şükür ki son buldu.
Ama bu sefer yeni bir tartışma doğduç
Kızımızın oturaklı ablasına, neden kardeşiyle ilgilenmediği serzenişleriyle baskılar peydah oldu.
Düşüncelerinin bir dayanağının olmaması, sesinin tok olmaması, yakışıksız yaklaşımlar, bu çarpık düşünceler yüzünden 3 gün sonra kimsenin fikrini özgürce ifade edemeyecek olması...
"Abla" ise, kardeşinin de bir birey olduğunu hatırlattı; onun da kendi aklı, kendi seçimleri olduğunu, birlik inancı-teklik inancı ya da inançsızlığın... Herkesin kendi yolunu kendisinin çizmesi...
Bu klişelerden ziyade dikkatimi çeken, elemanın bu yaklaşıma yorumuydu;
"Haklısın" diyordu, "herkesin bir fikir özgürlüğü var ve kendi yolunu kendi çizer" dedi, "ama" diye devam etti; "ama bu insanlar yüzünden biz fikrimizi söyleyemiyoruz..."
Sizce de bir tezatlık yok mu?
Odağımızda ideal gördüğümüz yer mi, mutlu olduğumuz yer mi?

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Hhhğhaaaaaayyyyyyt


Garip sahnelere tanık oldum bugün.
Taksim'de bir gönüllülük toplantısına gidiyordum.
Yürürken "Ho, ho..." sesleri duydum, hani filmlerde gördüğümüz, sığır güden çobanların seslenişi...
Bir abimiz dalmış gitmiş, tramvay rayları arasında yürüyor. Arkasında da tramvay, zilini çaldıkça çaldı, ama abimiz duymadı, haliyle raylarda yürümeye devam ediyordu.
Herkes dönüp abimize bakıyordu, bu sığırcı amcalar da "ho, ho"luyordu.
Tam adamların sesindeki rezil edici ifade ve abinin yüzündeki şaşkınlıkla bezeli, rezil olmuşluk ifadelerine bakınırken ben, "Hhhğhaaaaaayyyyyyt!" gibi bir ses duydum.
Az önceki elemandan ötürü yavaşlamış, ama seyrine devam edecek tramvaya, kaçak olarak binecek bir "abi", basamaklara oturmuş bir "ufaklık"a, çekilmesi için sesleniyordu anladığım kadarıyla.
Garip bir güne başlangıcın getirdiği, garip ortamlarda, garip insanların, garip seslerle, garip iletişimleri...

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Şaman da olsan avatar da...


İlk kez dün izledim herkesin dilinden düşmeyen Avatar'ı, hoş filmmiş.
Eh, Şamanizm'e yapılan göndermeler, daha da hoşuma gitti, özellikle ağacın etrafındaki ritüelleri. Filmin uygun bir sahnesini ararken ise, yandaki resimle karşılaştım Google Amca'da.
Filmde dikkatimi çeken birkaç şey oldu, onlardan bahsetmek istiyorum.
Jake Sully'nin, ahaliye köyün başındaki derdi anlattığı, ama bunu daha önce bildiğini de itiraf ettiği
sahneyi hatırlayalım. Bir uyarıda bulunuyor, yanında da bir itiraf.
Ama mavi sevgilisi, güvenine ihanet edilmesinin acısıyla, bilincini kaybediyor ve onların cezalandırılmasını istiyor. Egosunun yediği darbeyle aldığı bu karar da ona ve tebasına, köyün önündeki tehlikeyi unutturuyor ve hazırlık yapmak yerine, adamın cezasını kesmeye gidiyorlar.
Klasik kadın hali:))
Tehdit ne olursa olsun, merak ve ego tatmin olmadıkça, adım atamıyoruz biyolojik bürokrasimizden ötürü.
Az önceki yaklaşımda kadın olma hali, işin şakası gözlediğim kadarıyla, ama tehditi unutmamız hiç de şaka gibi sonuçlanmıyor.
***
Gözüme takılan bir diğer unsur ise;
Amcamız köy tarafından red edildiğinde, köye kendisini, daha önce kimsenin yapmadığı bir hareketle kabul ettiriyor hatırlarsanız.
İstenmeyen adamken, birden aranan general, hatta kurtarıcı oluyor ve Toruk Makto diye bir sıfat alıyor, ki sadece bu sıfatı sayesinde yapıcı birşeyler elde edebiliyor.
Özellikle bu sahnelerde vurgulanan kahraman, kahramanlık ve "zoru başaran adam" kavramları sırasında, filmin dizgisinden ötürü, bir ara gökten de Amerika Bayrağı gösterirler diye bekledim:))
Kim olduğum, kim olabileceğim, ne yapabileceğim, ne düşündüğümden ziyade, köye girişim demek ki hitap ediyordu insanların gözlerine de gönüllerine de.
Şaman da olsan, avatar da... Demek ki devir hep "Ye kürküm, ye".
Şükür ki toplumlar, filmlere, kitaplara göre yürütmüyor yaşantılarını ?!?!?!? :)

Son günlerden bir kaç deneyimim

Son günlerde enteresan geçirdim diyebilirim zamanımı.
Benim için çok değişik koçluk deneyimlerim oldu mesela. Ayrıca kendi üzerimde de çeşitli şeyler fark ettim artılı eksili.
Yaptığım en zorlu koçluk uygulamalarından birisiydi, pek anlaşamadığım kardeşimle olan. İletişimimizi geliştirmemiz gereken çok konu var önümüzde ve bir koç olarak egomu sık sık yönetmek durumunda kaldım. Çünkü söz konusu, bir abi-kardeş ilişkisine de sıklıkla değiniyordu. Başlangıç noktasının da, güzergahın da, sonucun da benimle ilgisi yoktu, ancak kan bağı, sıklıkla kendini gösterdi işte.
Bir başka deneyimim, ilk kez işletme koçluğu yaptım, daha doğrusu girişimci koçluğu. Son zamanlarda aklımd aolan bir konuydu ve yakında bununla ilgili bir çalışmam da olacak.
Taze girişimci iki ayrı kişiye, bir tür kariyer koçluğu yaptım şeklinde de ifade edebilirim. Zevkliydi ve ilgilenilirse önü açık geldi bana.
Bir başka deneyim ise, grup koçluğuydu. Daha önce sadece duyduğum birşeydi ve ilk tanışmamız, birebir uygulama şeklinde olmuştu. Açıkçası mükemmelliyetçiliğimden midir, çok da başarılı bulmadım bu noktada kendimi, ama siftahdı benim için ve çok şey öğrendim diyebilirim.
Bir başka deneyimim, artık MSN kadar, mesajlaşma yoluyla da koçluk konusunda ivme kazandığımdı. Sanırım yakında her türlü iletişim yoluyla koçluk konusunda deneyimleneceğim. Son deneyim, (deney diyorum, çünkü bir tür deneydi benim için), facebook üzerinden mesajlaşarak koçluk şeklindeydi. Enteresandı, ama baya başarılı sonuç verdi ve aynı anda iki ayrı kişiyle yaptım.
Daha başka şeyler de vardı, ama saat şu an 02:30 oldu ve yorulan zihnim artık yeterli bu kadar yazdığın dedi, duruyorum.
Yine de aklımda kardeşimle olan deneyimim var.
Aynı kandan olsak da, aynı çatıda yaşasak da, yakın zevklerimiz olsa da, akraba pencerelerden baksak da... o kadar çok görmediğim ve/veya görmezden geldiğim konu varmış ki...
Sanırım, her aile ferdi, koçluk veya benzeri uygulamalarla birbirlerini daha da yakından tanıma ve anlama imkanı bulabilirler...

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Rota mı bana etkiyor, ben mi rotaya?


Uzun bir süredir merak ediyordum gelecek konusunu. Ona mı sürükleniyoruz, yoksa onu değiştirebilir miyiz?
İzlediğim dizilerden biri Flash Forward. Bir deney sebebiyle insanların bayılıp,ileri tarihte belli bir günün, belli bir saatinde neler yaşanacaksa, onu gözlemliyorlar tüm dünya halkı olarak.
Ama o sırada "yarın"dan hoşlanmayanlar, farklı birşeyler yapabilmek için çabalıyordu.
Mesela baş aktör, sorunu çözmek ve tekrar etmemesi için o kadar çok kafa yoruyordu ki, strese girdi ve evinden uzaklaştı. Bu boşluğu da bir başka adam doldurdu ve vizyonunda gördüğü gibi aldatılma yaşandı böylece.
Ama başka bir aktör, bir sorunu çözmek için intiharı tercih etmişti ve o sorun, amcamız öldüğü için dedektif ortağı tarafından icra edildi istenmeyerek de olsa.
Aynı şekilde Supernatural'da da abi-kardeş şeytan avcıları, mitlerdeki abi melek Michael ile kudretli ve terk edilen kardeş Lucifér'in kavgasına sürüklenmişti.
Acaba bir gelecek yazılı ve biz de ona mı sürükleniyoruz, karşı çıkmak ya da değiştirmek için ne yaparsak yapalım...
Ya da bir gelecek ümidiyle onu doğurmak için mi hareket ediyoruz?
Flash Forward'da da mesela, lezbiyen bir bayan vardı ve vizyonunda hamileydi.
An itibariyle lezbiyen, ama 6 ay sonra 3 aylık bir hamilelik olacaktı. Mantığına yatmadığı gibi, umurunda da değildi. Ta ki bir çatışmada, rahimleri zedelenip de hamileliği tehlikeye girene kadar.
O da bunun üzerine, sırf vizyonunu yaşamak istediği için, anlaşmalı bir ilişki ile gebe kaldı ve o gün, vizyonundaki gibi hamileydi.
***
Kendime bakıyorum. Çalışıyorum, çabalıyorum, koşturuyorum...
Çok sevdiğim birisi şu kadar süre sonra şöyle olacak demişti bir gün falıma bakarken. O kadar emin söylemişti ki aklıma yazdım.
Başka bir gün, bir astrolog ablam da, bu kişiden tamamen bağımsız olarak bana bir tarih verdi ki aynı günlerdi, aynı olaylardı...
İlk konuşulan günlerde "Hadi canım" dediğim bu olayların gerçekleşebilirlikleri, bugünlerde gayet olası ve umuyorum ki bahsi geçen tarihlerde oluşacaklar.
Pekala bir gelecek tayini sayesinde, ben oraya mı çekiliyorum? Yani, bir olasılık, güçlü bir ifade ile şekillendirildiğinde, biz onu gerçekleştirmek adına mı yollar alıyoruz?
Ayrıca kader mantığına da değinmeyi planlıyorum.

13 Ağustos 2010 Cuma

Çamur mu, ense mi?

Az önce bir afiş gördüm "Ya işsize iş bulun ya da defolun"
Hükümetin istihdam yaratması, zorunlu ödevlerin arasında olmasa da, devletin bekâsı için gerekli görülür.
Ancak KOSGEB destekli aldığım bir eğitimde, bir kişilik istihdamın, 2009 verilerine göre devlete külfeti 289.000TL idi.
Bunun yanında ise, o bir kişi, bir fikir edinip onu besleyerek ya da mevcut bir fikri destekleyerek, bundan çok daha düşük maliyetlere, kendi istihdamını yarattığı
gibi, başkalarına da istihdam sağlanabilir.
Ve devlet mercileri, bunun için desteklerde de bulunuyor.
Ama...
Yakınlarda bir gün, yeni tanıştığım birisiyle sohbet ediyordum.
Önümüzden geçen otobüste de ÇiçekSepeti.com reklamı vardı.
Eleman başladı söylenmeye.
"Bu firma yüzünden 3 öğrencim işsiz kaldı.", "Kesin belediyeden tanıdıkları vardır, otobüslere reklam, oraya buraya reklam... piyasayı sildiler süpürdüler", "Bunlar parayı toplarken benim arkadaşlarımsa günü kurtarırsa kâr diyorlar"... falan filan.
Kullanıcısı olmasam bile, değişik bir iş fikri olduğuna göre, kazanç sağlamış olacağını, onun tanıdıklarının da piyasa pazar payı kalmamışsa, yeni ve değişik birşeyler bulmalarının verimliliği üzerine konuştuk biraz.
Henüz söylediklerimin etkinliğini irdelemeden söylediği ilk cümle; "o dediğin şey; liberalizmi savunmak olur".
Gülümsedim. Yaptığım şey bir görüşü savunmak değil, sorun addedilen bir duruma çözüm olarak alternatif üretmekti.
Ama sohbetin devamını tahmin edebilirsiniz.
Düşüncelerimi çürütmeye çalışmış ve yerine bir çözüm koyma çabasına da girmemişti.
Ne zaman ki bu yaklaşımı dilinden de döküldü, "bak, şimdi çürüteceğim" dedi,...
İkimizin de düşüncelerini toparlayıp sohbetin seyrini ve konusunu değiştirdim.
İktisatta üzerinde durulan konulardan birisi de istihdam ve enflasyon arasındaki politika seçimi. Yani ya enflasyonu düşürmeye yönelik politikalar yapılır ve işsizlik artar ya da tam tersi... Klasik savunu bu şekildedir.
Ancak hem enflasyonu düşürmek hem de işsizliğin artmasını engellemek, yani istihdam artışı, ancak girişimcilikle mümkün oluyor.
Devletin istihdam yaratması için harcama yapması enflasyonu artıracaktır ve birey kendisini tüm alemden ayıran o güzel beynini kullanarak bir ley icra etmek isterse devlet zaten artık destekliyor.
Oysa o arkadaşımın "azıcık aşım, kaygısız başım" mantığında olursak, ne kadar yaratıcı, ne kadar üretici, ne kadar gelişimci olabiliriz?
Haliyle insan merak etmiyor mu? Üretmek mi niyetimiz, yoksa ense yapmak mı? Belki de yapanı örnek alıp motive olmaktansa, ona çamur atmak daha eğlencelidir...
----
Girişimcilikte devlet destekleri konusunda çalışmalarla ilgili bir bilgi gerektiğinde iletişime geçebilirsiniz.

tüketim üzerine

Salı günü yaptığım sunumda, konumuz erdemler olsa dahi sık sık ademoğlunun tüketiciliğine gelmişti konu.
Yakınlarda sanırım bunun üzerine konuşmalıyım.
Ama şu günlerde, tüketmemek üzerine biraz araştırma yapıyor ve deneyimler ediniyorum.
Bize iktisadı, sınırlı kaynakların, sınırsız ihtiyaçlarımız için optimize etme sanatı olarak öğreten dünya, acaba birşeyleri saklıyor olabilir miydi?
"Öz" sorgulamasında sıkça ruh kavramıyla karşılaşıyoruz.
Koçluk başta olmak üzere bir gelişim ve destek hizmetinde de özümüzü ve önümüzdeki kavramın, olgunun özümüze uygunluğunu sorguluyoruz.
Pekalâ o kadar önemliyse ve üzerine mesai harcanacak kadar gerçekçiyse özümüz, acaba özümüzde de açlık var mıdır?
Özümü de yemeğe muhtaç mıdır?
Özümüz dinginse, ancak ben değilsem, bunun sebebi ne olabilir?
Başka bir yazıda bunları cevaplayacağım...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Otobüs Şoförü

Şu sıcak günlerden olsa gerek, toplu alanlarda tartışmala daha sık tanık olmaya başladım, özellikle toplu taşım araçlarında.
En son bu akşam şöyle bir şey gerçekleşti.
Yolda kısa süreli bir tıkanıklık vardı ve şoför de durağa yanaşmayı bekledi kapıyı açmak için. Ancak hemen arkamdan "orta kapıııııııı" diye bir ses yükseldi en baritonundan.

Şoför de açtı kapıyı, amcam da indi böylece, ağzından dökülen "salak" sözüyle.
Kaçımız karşılaşmışızdır bu öyküleştirilmiş durumla.
Ama birşey dikkatimi çekti, o adam şoförün gerçekten salak olduğunu düşünüyor muydu?
Yoksa 10 sn beklemenin getirdiği ızdırabla, içinde karşı konulamaz bir tepki doğdu ve bunu kusmuş olmak mı istedi?
Aklımda bir soru; inip sorsaydım, "otobüsün içinde çok mu daraldınız da, inerken bir adamı alelade aşağılamayı gayet normal bir hareket olarak yaptınız" diye, nasıl bir cevap alırım?
Hareketleri ve yaydığı enerji, bu konuyu kaale almayacağı şeklindeydi.
Acaba biz de günlük yaşantımızda, hiç önem vermeyip, kaale almayıp, ardına berisine bakmayıp, sırf "benden çıkmış olsun da..." diyerek ağzımıza geleni süzmeden, etmeden söylüyor olabilir miyiz?

O mu, bu mu?

Bugün, bir hafta içindeki üçüncü konuşmamı yaptım. Yine adres aynıydı, ama konu farklıydı.
Üç sunum, üçü de birbirinden farklı, üçü de benim için yeni sayılabilecek konular, en azından sunum için yeni sayılabilecek konulardı.
Ama rahat olsam ve sorular sorulsaydı ne gibi noktalardan gelirdi diye düşünüp, konuları buna göre seçmiştim.

İlki keyifliydi, mesleğim üzerineydi; koçluğu tanıttım, mantar gibi ürememize kadar gittim, alternatiflerimizden ve tamamlayıcılığımızdan, vs...
İkincisi, bir dizi şeklinde kurguladığım, kişisel gelişim inovasyonu üzerineydi. Kaderci zihniyetten sezgilere odaklanmak üzerine yürüdük.O da iyiydi, hele ki sonunda az da olsa para kazanmak, çocukluk hayalim olan konuşarak para kazanabilmek, çok mutlu edici bir durumdu benim için.
Bugünkü konumuz ise erdemler üzerineydi. Biraz zeka kavramları, iq, eq, sq ve sq'yü dahi bilmeyenler için aq kavramları üzerine durdum.
Son dakikada öğrendim konuşacağımı ve ne üzerine konuşayım derken erdemler çıktı karşıma.
Katılımcılar, bazı yeni kavramlar ve yaklaşımlar öğrendiklerini dile getirdiler, dinleyici olarak teşekkür edip, keyifli olduğunu söylediler sonunda.
Oysa ben, kötü olmasa da havada kaldığını düşünüyordum.
Tatmin olmamıştım kendi sunumumdan yani, sözün özü bu. Ama katılımcılar memnun... Pekala ben hangisini baz alacağım?
Kendi memnuniyetsizliğimi mi, katılımcının tatmin oluşunu mu?
Hangi düşünceyi izlersem kendime birşey katabileceğim?
Üçüncü bir olasılık doğuyor o zaman; dinleyicileri memnun etmenin hazzını aklıma yazıp, kendimi geliştirmeye devam ederken bu hazzı motivasyonumda kullanabilirim sanırım :)))
Oluşlarla karşılaştığımızda da sonuçlar bizi memnun etmese de muhataplarımız memnun olabilir. Muhataplarımızın memnun oluşları, bize birşey katmaya da bilir. Ama kendini geliştirme süreci, bolca emek istediğine göre, bu emek sırasında motivasyon desteği fena olmaz herhalde.
Genellikle "o mu, bu mu?" dediğimiz için de, daha da verimli olabilecek üçüncü seçenekleri görmezden gelebiliyoruz.

Eksiyle Eksinin Toplamı Ne Eder?


Malum yaz ayları; birçok yeni ilişki başladığı gibi, birçok ilişki de sıcakların baskıcı etkisiyle bitebiliyor, ara alıyor, çatlayabiliyor.
Bir dostumun da uzun soluklu bir ilişki bitti bir kavga ile.
Sık sık tartışırlardı zaten, sonrasında ise incir çekirdeğini doldurmayan (!) bir sebeple bitirdiler.
Ancak konuşmamız sırasında bazı noktalar döküldü önümüze.
Mesela o sebep, incir çekirdeğini doldurmayacak kadar küçük müydü, yoksa onun gibi 465465475613546351 küçük sebep daha mı vardı?
Bunun ayırdı gibi şu da vardı; acaba gerçekten önemsiz bir sorun muydu, yoksa onu bir taraf önemsiz görürken, karşısındaki önem veriyor olabilir miydi?
Hazır "bu" ve "o" taraf diye ayrıma gitmişken, nerede "BİZ" olunuyordu ilişkilerinde?
"Bu" taraf, "o" tarafa ve "BİZ"e; "o" taraf ise "bu" taraf ve "BİZ"e ne kadar saygı gösteriyordu?
Burayı daha da derin sorguladığımız zaman ikisinin de biraz kendilerinde işlem yapmaya ihtiyaçları oldukları çıktı ortaya.
Eksik buluyorlardı gördükleri saygıyı da duydukları saygıyı da... Eksik görüyorlardı kendilerini de karşı tarafı da...
Bilinçli şekilde ifade ediyorlardı ya da etmiyorlardı, ama eksiklerdi.
Pekala dedim, eksi ile eksinin toplamı ne eder?

5 Ağustos 2010 Perşembe

Tütüyor Arkadaş


Çocukluğumda binaların yola bakan, büyük düz cepheleri boyanarak yapılıyordu dış mekan reklamcılığı, hatırladığım kadarıyla.
Zamanla billboardlar eklendi sokaklara.
Derken inşaatların koruma duvarları neden kullanılmasın diye düşünüldü sanırım. HSBC'nin saldırı sonrası yenilenen binasının inşaatı ya da Şişli'de, mezarlık arkasındaki inşaat...
Otobüsler turlarken neden reklam yapmasın denilip giydirilmedi mi?
Şoför koltuğunun arkasında duran plastik panoya duyuru asan insanlar, neden reklam da konmasın demiş bir ara.
Oraya reklam asılabiliyorsa, elimizle dayandığımız ve sık sık baktığımız tutacaklara yapılamaz mıydı?
Kim bilir, belki yakında biletimizi okuttuğumuz alanda da seyir esnasında reklamlar yayınlanır ya da bilet okuma mesajları; "Bıdı Bıdı Gazetesi iyi günler diler", "Yardımlarınızla var olan Mehmetçik Vakfı, biletinizin bittiğini uyarır"...

Billboardlara dönelim yine.
Birbirine atıfta bulunan yan yana reklamlar kullanıldı ama yöntem olarak sanırım esas tutulan, yanlamasına kocaman reklamlardı.
Devamında ne olur demiştik ki birşeyler kondu billboardlara, sandalyesinden mankenine... İki boyutlu sıkıcılık gitti. Hemen ardına o konuyorsa, ışık neden olmasın ki dendi, LED'leri döşediler ve görsel güzellik de arttı. Mesela sanırım PS3'ün reklamıydı, adamın gözlerinde ve fondaki şimşeğin ışıkları çok çekici yapmıştı...
Az önce ise, Knorr'un yeni bir reklamını gördüm. Çorbayı tüttürmüşler arkadaş. Kokusu da olacağını sanmıyorum, ama çorba görselinin üstünden buhar veriliyor...
Tebriklerimiz reklam sektörümüze gidiyor.
Umudum radyo reklamlarında da gelişme olması.

Farklı bir reklam anlayışı


Dün akşam Brahma Kumaris Derneği'nde bir akşam yemeği buluşması vardı.
Keyifliydi. Orada geçirdiğim her saniye, beni ayrı dünyalarda hissettirebiliyor zaten.
ama sadece yemek yemek yemedik, öncesinde ruhsal gelişim üzerine biraz sohbet de yaptık, hoş bazı oyunlar oynadık.
Birinden bahsetmek istiyorum: sevdiğimiz bir erdemi seçecek ve onun reklam metnini yazacaktık, sonunda diğer misafirler bunu tahmin edeceklerdi ve satılsaydı, almak isterler miydi diye kurguladık.
Tavsiye olunur bir oyun:) sonuçta kendinizi yoklayıp hem bir envanterinizi çıkarmış olabilirsiniz hem de belki de en öncelikli erdeminiz üzerine yaşamadığınızı fark edip değişikliklere gidebilirsiniz.
Ben benimkini paylaşmak istedim. Metinde ne olduğu yazmıyor, biraz düşünün, tahmin edin isterim. Ama cevabınızı kontrol etmek için, yazının altındaki "etiketler" yazan yerde görebileceksiniz.
Vitrine konulabilseydi, alır mıydınız böyle bir erdemi?
Eğer bir yere gidiyorsanız, yolunuz benimle yapılmıştır ve o yolu benimle aşabilirsiniz.
Gittiğiniz yerin kapısını benimle yapmışlardır ve o kapıyı da ancak benimle açabilirsiniz.
O kapının ardında ne göreceğinizi benimle öğrenebilirsiniz ve ona göre de benim sayemde hazırlanabilirsiniz.
Üstünde durduğunuz da benim ürünümdür, üzerinize örtülen de...

Giriş[ememiş]imcilik Üzerine


Dün bir dostumla beraberdim. Girişimcilik üzerine bazı çalışmaları vardı ve arzuladığı düzeyden de baya geride görüyordu kendisini.
Belki benim kuracağım gibi sosyal değil iktisadi bir girişim üzerineydi onun fikri, belki hizmet değil sinai bir üretim üzerineydi... Ama bir girişimcilik projesiydi.
Biraz dedikodu yaptık, biraz kendimizden konuştuk...
Ekibine geldi konu biraz da, ekibin motivasyonuna, projelerine, karşılaştıkları ve karşılaşabilecekleri sorunlara...
Açıkçası benim için de yararlı bir görüşme oldu, bilgi ve deneyimlerimi tazeledim.
Ama sık karşılaştığım soru ve sorunlardan olduğu için biraz değinmek istiyorum basit bir özetle:
Para kazanma zamanındaki bu arkadaşlar, bir yerde çalışmak değil, kendi işlerini yapmak istiyorlar. Bunun için çeşitli fikirleri (!) de var.
Ancak iş, yani girişim, belli bir fikir üzerine kurgulanan projenin, finanse edilerek döndürülmesi ve bundan nemalanma, faydalanma yoluyla gelir elde etmek diye özetlenirse, salt fikrin varlığı, tek başına cılız kalmıyor mu?
Projeleri yok. Çünkü yazmamışlar. Burada Alphan Manas'ın sıkça kullandığım bir öğüdü döküldü ağzımdan: "Sen fikrini yazacak kadar ona değer vermezsen, ben neden değer vereyim?"
Küçük bir koçluk sorgulaması yapıldığında, eksiğin motivasyon olduğu açığa çıkıyor. Ama zihin, ah zihin... anlam karmaşalarıyla bizi elinde tutmuyor mu?
İşleyen bir sürecin getirdiği haz ve heyecan olarak bakılabiliyor motivasyona, ama iş yapma güdüsüdür de aynı zamanda. Yani henüz sonuç yokken, bir süre de olmayacakken, hatta biz sorunlarla çevriliyken bile adım atabilmek değil midir motivasyon?
Neyin ne olduğunu karıştırabildiğimiz gibi, kısıtlı bakarak da birçok algımızı körleştirir ve ona göre hareketsiz kılarız kendimizi. Ki genellikle hareketsiz oluşumuzu da bilmeyiz, bir hareket halindeyizdir, ama kısır döngü; git, git, git, git, git, ... Aynı yere gel:)
Peki buradaki kısır döngü? Yoktan yere bir fikir doğmuş, bunun üzerine birileri birilerini ateşlemiş ve birleşmişler. Birşeyler yapmak için plan yapalım denmiş, ... Orada uzun bir es gelmiş. Ortada birşey olmadığı için de "yokluk" olan hale tekrar gelinmiş.
Halk dilindeki gaza gelmek ve motivasyon hissetmek arasındaki fark gibi, gaza gelerek işe başlamış, ama sonra da motivasyonumuz bittiği için bıraktığımızı dile getirmişizdir. Pekala neyle başlamıştık? Gazla mı, motivasyonla mı?
Biraz o, biraz bu derken, sıklıkla da kendisini sorguladık. Ekip arkadaşlarının motivasyonunun olmadığı için miydi fikirlerini hala projelendirememiş oluşları? Yoksa kendisinin lider olarak fikre gereken önemi göstermemesi miydi?
Ekip arkadaşlarımıza durumu mal etmek kadar, güdümüzün kaynağını da sorgulamamız gerekiyorken, acaba dedim, bu gaz-motivasyon karmaşasına bir daha mı değinsek...

1 Ağustos 2010 Pazar

Oscar goes to...

Bir dostumun sigarayı bırakması üzerine konuştuk. 8 ay olmuştu ve son zamanlarda feci miktarda sigara istiyormuş canı. Bana da nasıl korunabileceğini, benim ne yaptığımı sordu.
Kendime baktım. Kimliğimle, hobilerimle özdeşleşen sigarayı bırakalı ise 31 ay olmuştu ve ben de bazen isteyebiliyordum.
Ancak donanımım yerindeydi, hırs yapmış, duygularımla oynayabilmiştim ve bırakmıştım neticede. Ama "bıraktım" dediğimde bırakmamıştım tahmin edersiniz ki:)
Sigara benim için önemliydi ve baya yer kaplıyordu hayatımda: günlük 2 paket; 40 dal; 160 dakika...
Haliyle hayatımdan öyle birşey çıkınca, ona yüklediğim anlamlar da askıda kalacak ve oluşan bu boşluk vakum yapabilecekti. Tıpkı daha çok yemek, agresif olmak, başka bir alışkanlığa başlamak veya tekrar sigaraya başlamak gibi.
Bu düşüncelerimde Anthony Robbins'in de büyük etkileri var, birkaç taktiğinden yararlandım çünkü. Bu sayede de oluşacak boşluğu doldurmaya karar verdim.
Sigara her bahanemize rağmen, endorfin hormonu sebebiyle isteniyor diye bir tez üzerinde durmuştum. bu, mutluluk hormonu olduğuna göre, başka nelerle mutlu olabilirim diye taramıştım. Komiktir, pek birşey çıkmadı. Çünkü ben sigarayla kıyaslıyordum herşeyi ve sigarayı çok sevdiğim için de ondan daha mutlu edici birşey bulamamıştım.
Ama Magnum, Essence marka çikolatasını sürmüştü piyasaya ve çok güzeldi. Çikolata da bir endorfin dopingi, kullanabilir miydim acaba?
Sonuçta bir bırakma sebebim vardı, buna sadik kalmamı sağlayacak kararlığım da vardı.
Bu yönde sadece oturup düşünmüyor, eyleme de geçmiştim.
Bir dördüncü aradım masaya, ortamı keyiflendirecek: ödül.
Her zaman yapmadığım, ama yaparken de tamamen "niye o an, onu yaptığımı" hatırlayacağım birşey... Neden o güzel çikolata, böylesi ilahi bir amaç için kullanılmasın ki?
Neden sigarayı istediğim ama içmediğim her gün veya her dönem (hafta belki, ay belki) için gün sonunda ödülüm olmasın bu çikolata?
Geçen gün sabaha kadar birşeyler okuyup araştırmıştım yeni projemle ilgili. Artık yorgunluktan yıkılmak üzereydim ve nereye kadar böyle gidecek diye sorgulamaya başlamıştım. Ama silkelendim biraz ve "ödül zamanı Mustafa!!!" dedim kendi kendime. Bir film koydum ve başka hiçbirşeyle ilgilenmeden, film izledim ense yaparak.
Çok ahım, şahım bir film değildi izlediğim, ama gayet keyifliydim, çünkü hedeflediğim işleri, hedeflediğim zamanda halledebilmiştim ve bunun üzerine bir de ödüllendirilmiştim (hem de kendim tarafından).
Hoşumuza giden güzel şeylerden sonra hemen kendimize bir an ayırma taraftarıyım artık. Durup, an'ın tadıyla beraber "aferin" demek belki...
Ama kilo sorunum yok, keyif de alıyorum, o zaman, çikolataaaaaaaa :)

29 Temmuz 2010 Perşembe

Hotmail'in yeni logosundan depresyonumun çözümüne


Yenilikleri hep sevmişimdir:) Bugün tam da son yenilik gözlemlerimi yazacaktım ki, konu azıcık değişti.
Öncelikle, reklama gireceğini sanmıyorum ama gönül bağım olan Garanti Bankası'nın web sitesindeki arayüzünü değiştirmesine sevinmiştim. Eskisi de kötü değildi, ama bu daha da iyi olmuş, dileyen baksın:) Markacılık, kurumsallık, vs gibi konularda, üstelik de bu "canlı yeşil" projelerinden beridir hastalarıyım kendilerinin:)
Bugün yepyeni birşey fark ettim; hotmail, bizim kendini beğenmiş, kütük kılıklı hotmail, arayüzünü yenilemiş, logosunu mogosunu... Hareketlenmişler bunlar da.
Garip yeni ikonlar koymuşlar, tuş imkanları vs...
Az önce bunu birisiyle konuşurken "bak, ne kadar cici olmuş" derken, benimle dalga geçti, onun için önemsizdi bu. Oysa ben bundan keyif almıştım. Hotmail buna çoooook geç girdi bence, ancak yine de neresinden kurtarsa kardır:)
Kaçımız Halkbank'ın kendisini yenilediğini biliyor? Kaçımız Vakıflar Bankası'nın logosu ve vizyonu başta olmak üzere tüm altyapısını değiştirdiğini görüyor?
Başarılılar ya da değiller, ancak farklılıkları fark etmediğimiz sürece biz sadece en sonda beliren sonuca bakıyoruz.
Ki sonuç olumluysa, genellikle ya çığlıklar eşliğinde sevinç gösterisi yapıyoruz, hele ki olumsuz bir sonuçsa, "nereden geldi bu başımıza" diye hayıflanıyoruz, sanki bir anda olmuş gibi bir anda gitsin diyip, hap çözümler aramıyor muyuz?
Oysa ki sürece daha farkında baksak, keyfimiz de yayılmış olur, sorunları da çözebiliriz:)
Haha, nasıl da ahkam kesiyorum şimdi. Oysa 1 haftadır depresyon gibi birşeye girmiştim:) Atınca üstümden, çok rahatladım:)
Belki bir ara çözüm sürecimi anlatırım, ancak özetlersem; olası sonucu süreçte öngörebilmek:) Bunun için temel ihtiyacım da farkındalığımı daha da verimli hale getirmek.

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Dünyada değerler yitip giderken kendime sorabiliyor muyum: "Değerlerime ben ne kadar sahip çıkıyorum" diye?


Bugün, Brahma Kumaris Meditasyon ve Kişisel Gelişim Derneği'nin Bolonya merkezinden bir eğitmenin, Antonella Ferrari'nin bir seminerindeydim. Konu da cesaret, güven ve yaratıcılık.
Bu kez kendi düşüncelerime değil, aldığım notlara yer vereceğim. İtalyanca'dan çeviri sebebiyle biraz anlam kayması olabilir, yine de olabildiğince düzeltmeye çalışacağım.

Başarılı da olabilirsiniz başarısız da, ama bir öncü durmaz, engelleri aşar.
Cesaret, güven ve yaratıcılık sayesinde yeni yöntemler ve düşünce yapıları keşfederiz.
En büyük ihtiyacımız cesarettir.
Normal olarak dışarıya bakarız. Ama içeriye bakmak, içeriyi gözlemlemek daha zordur, büyük bir cesaret ister, öyle ki en büyük cesareti ister.
Cesaret, korktuğumuz halde, korkmamıza rağmen hareket edebilme kabiliyetidir.
İçe doğru, kalbe doğru yolculukta derinleştikçe, yaratıcılığımız da artacaktır.
Korkmuş bir insan nasıl hisseder?
Kendinden memnuniyetsizdir, mutlu değildir, kaçmaya çalışır.
Pekala durup yüzleşebilmek nasıl bir duygudur?
Cesaretimiz olduğunda olayları şekillendirebiliriz. Olmadığındaysa kaçmaya meyilliyizdir.
Kaçmak yerine yüzleşme erdemine çalışsak, yaratıcılığımızla yeni yollar bulabiliriz.
Cesaretimizin olmadığını düşünüyorsak, sahip olduğumuz amaçlarımız doğrultusunda bunu deneyimleyebiliriz. Tıpkı cesaretsiz bir anne veya babanın, bir tehlike karşısında çocuğunu aslanlar gibi koruması gibi... Bu erdemi edindikten sonra da geliştiririz, geliştirmeliyiz.
Yaşamak için neye ihtiyacımız var?
Bilinç seviyesine, dengeye, değerlere...
Dünyada değerler yitip giderken kendime sorabiliyor muyum: "Değerlerime ben ne kadar sahip çıkıyorum" diye?
Dışarıda işler kötü olabilir olabilir, kötü insanlar, kötü hükümetler, kötü patronlar, ... Ama onları bir kenara bırakıp "ben neler yaptım?" diye sorguladık mı?
Yıllar öncesinde, elimde herşeyim vardı, çok iyi bir yaşantım... Dilediğim herşeye sahiptim ve birşey istersem sahip olabilirdim.
Ama yolda yürürken birden durdum ve sordum kendime: "mutlu muyum?"
Etrafımda herşey vardı, ama herşey maddeydi, maddelerle çevrilmiştim. Oysa ki kendimle iletişimim bozuktu, kendimi yeterince iyi anlayamıyordum, birşeyler eksikti.
Oysa ki mutluluk; doluluktur.
Dünya bizi tüketmeye iter, daha çok tüketmeye. Ama kalbimiz, başka şeylere ihtiyacımız olduğunu söyler.
Kendime güveniyor muyum? Pekala sadece kendime değil, etrafımdaki insanlara da güveniyor muyum?
Etrafımdaki insanlar, bana kendimi güvende hissettiriyorlar mı?
Çevremizde cesaretimizi kıracak insanlar vardır, ancak cesaretlendirecek insanlar da vardır, onları arayıp bulmamız lazım.
Eğer ben karşımdaki insana güveniyorsam, yaptıklarında, yapacaklarında onu cesaretlendirebiliyorsam, bana da öyle davranırlar ve kendime de öyle davranırım.
İnsanları gözlemlerken iki sorun dikkatimi çekti; ya hiç düşünmüyorlar ya da çok düşünüyorlar. Öyle çok düşünüyorlar ki, düşüncelerinin anlamlarını kaybediyorlar.
Duydukları, ama anlamını anlamadıkları cümleler söylüyorlar.
Kendi mantık süzgecimizi kullanmıyoruz şeklinde bir sonuç getiriyor bu da bana. Kendi mantık süzgecimizi kullanmıyoruz, olduğu gibi alıyoruz. Yaratıcılığımızı kullanmıyoruz.
Michalengelo için dostu Lorenzo der ki: "Senin yaptığın; güzeli görme sanatıdır!"
Yaratıcılık, güzeli görmektir, görebilmektir, onu tekrar yapılandırabilmektir, olanı olduğu gibi almak değil, içimize almaktır.
Sonuçta bunlar ruhsallıkla ilgili konular ve ruhsallık pratikte olmalıdır, gündelik yaşamda yer almalıdır.
Öğrendiğim ne varsa yarın, hatta hemen bu gece sorgulamaya, irdelemeye başlamalıyım.
...
Antonella Ferrari*
İtalya Kültür Merkezi
Beyoğlu/İstanbul
27/07/2010
-------
Antonella Ferrari, Livorno'da doğmuştur, 25 yılı aşkın bir süredir kişisel gelişim eğitmenliği yapmaktadır. Milano Üniversitesi'nden mezun olan Ferrari, Yaşayan Değerler Derneği’nin başkanlığı ve lider eğitmenliği görevlerini yürütmüştür. 4 kez "Uluslararası Sanat Forumu"nu düzenlemiş ve Radio Internazionale'de programlar yapmıştır. "Özgürlük Şarkısı" kitabının yazarıdır. Halen, Bologna'da yerleşiktir ve oradaki Brahma Kumaris Merkezi'ni koordine etmektedir.

27 Temmuz 2010 Salı

Eğitimin Üstadından Nasihatler Aldım:)


Aylar öncesinde SOGLA'nın web sitesinde "İbrahitm Betil SOGLA hakkında ne diyor" şeklinde bir link ile dikkatimi çekmişti bu isim. Öncesinde ne kadar duysam da, çok ilgilenmemiştim.
Eğitim üzerine projelerim olduğu için sık sık TOG (Toplum Gönüllüleri Vakfı) ve TEGV (Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı) adını duyuyordum ve öğrendim ki kendisi kurucularından.
Projeler sebebiyle görüştüğüm birkaç bürokrat da beni ÖRAV (Öğretmen Akademi Vakfı)'a yönlendirmişti ve sonradan öğrendim ki burası, kurduğu son vakıf.
Ofis arkadaşlığı düşüncesiyle görüştüğüm bir hanım da, İbrahim Bey'in ilk projelerinden birinin eğitmenlerinden olduğunu söylemişti.
En son, okulları ve kültürlerini, sistemlerini tararken bir okulu çok sevdim ki sürpriz (!), kendisi, kurucular heyetinde.
Eş zamanlı olarak girişimcilik eğitmenim (Tuğberk Seçkin) de sık sık onunla görüşmemi öneriyordu.
Nihayet Tuğberk'in desteği ve genel müdürü Gülsüm Hanım'ın (MG Danışmanlık) aracılığıyla, İbrahim Bey'le görüşmek nasip oldu.
Belki hevesimi kırıcıydı genel olarak.
Ancak karşılaşacağım zorlukların gösterilmesi, tarif edilemez bir hediyeydi benim için.
Üstelik "senin daha etin ne, budun ne? Nelere kalkışıyorsun?" gibi bir yaklaşım değil, "projelerin çok iyi, ama çok büyük zorluklara sürüklüyorlar seni. Kendini iyi hazırlaman ve inancını koruman lazım" gibi özetlenebilecek bir motivasyon da dikkat ediyor.
Öğütleriyle, önerileriyle olduğu kadar, duruşuyla bile örnek insanlardan oldu benim için.
Komik olansa, "hazır sizi bulmuşken, şu projemden de bahsedeyim" diyerek anlattığım projeme övgüler aldım. Daha uygulanabilir, daha ihtiyaç hali, daha kolay, daha verimli...
Neye niyet, neye kısmet:)
Bazıları gazetelerde çıkan, kimi çarpıklıklara dikkatimi çekti. Ülkemizde çok garip şeyler görmüş, duymuştum, ancak cidden traji-garip şeyler de varmış... Belki sonra değinirim bu konuya.
Çok verimli bir toplantıydı benim için, ne kadar teşekkür etsem azdır:)

25 Temmuz 2010 Pazar

Onlar erdi muradına:)


Nikah töreninin gecesi, düğün tadında hazırlanmış bir yemekten de bahsetmek istiyorum.
Nikahtaki kalabalığa bakarsak bu, dostlar sofrası gibi birşeydi. Uzun zamandır dışarı çıkmadığım için de epey keyifliyfi bence:)
Küçük birkazç önyargımı keşfettim sanırım.
Mesela çalıgı takımından bazıları, resmen iç geçirir gibi hanımların fiziğine bakıyordu. Demek ki bende "çok görürse insanın gözü doyar" gibi bir önyargı oluşmuş:) Ya da karşımda oturan hatun, gerçekten çekiciydi dans ederken:)
Dans demişken, göbek atmaktan falan bahsediyorum canım:)
3 dostum yanyana, karşılıklı göbek atıyor, alkış tutuyordu. Ancak onlar benim sipirtüel camiamdan insanlar :S
"Eğlenmeyi severiz" cümlesini söylemekten öte birlikte eğlenceye pek katılmadığımız bir çevre. Komik, garip, ilginçti, insancaydı:))
Ve gecede şarkı söyleyen kişi, TV deneyimi de olan birisiydi ve önce nişanlanan bir çifti çağırdı sahneye; 42 yıldır sahnedeymiş ve böyle yakışan bir çift görmemişmiş:)
Ben dahil herkesin ağzından veya en azından kafasında; "aynı cümleyi kaç kişiye daha söyledi?"
Sonra Nihal'leri evlenen çift olarak çağırdı ve gülerek onlara da aynı cümleyi söyledi: "42 yıllık sahne geçmişim var, daha önce birbirine bu kadar yakışan bir çift görmedim".
Bazıları "herkese söylüyor bu da canım" diyerek ciddiye alırken, banaysa komik gelmişti. Hoş bir espri gibi. Klişe mi? Belki evet:) Ama tuşe eden bir klişeydi.
Sizce? Herkese söylenen basit bir cümle mi yoksa kendisiyle dalga geçirten bir espri mi?
Onu bunu bıraktım da 7 yıldır tanıdığım sevgililerin 8 yıllık evlilik düşlerine tanık olmak, süper bir duygu:)
Darısı başımıza:)

Ümit Abla ümitlendirdi:)

Nihal'lerin nikahındayız hala:) Tebrik töreni sırasında, yanımda Ümit Abla vardı (Hatice Ümit Çilingiroğlu).
Nikahın şahitlerinden, İndigo Dergisi'yle tanıdığım ve pek sevdiğim zat:) Sırf varlığıyla ilham veren, aslan yeleli meleksi:)
Beraber sohbetimiz sırasında karşılıklı hoş açılımlarımız oldu. Yaşadığımız sıkıntılı süreci değerlendirdik ve yenilik için silkelenme olup olmamasını irdeledik.
Zira sevdiğim insanlar ve çevrelerinde, kapandı sanılan defterler, fiziksel rahatsızlıklar eşliğinde hortluyorlar ve hatta, zaman zaman bu kişilerin inançlarını sorgulatacak güçte oluyorlar.
Böyle özetlenebilecek bakış açısından ötürü Ümit Abla belki teşekkür etmiş olabilir, ancak onun kısacık bir günde bana kattıkları için ben teşekkürlerle borcumu ödeyemem:)
Mesela ben herşeyi, etrafımda gezinen sinekten, kalp kasıma kadar herşeyi kontrol edebilmeyi denerken, başka titreşimlerden kaynağını ve sebebini bulamadığım başka titreşimlerden etkilenmeyi, dürüst bir ifadeyle pasifize olmayı başarısızlık görüyordum.
Ümit Abla, bazı kader sürprizlerinin varlığına dair ışık yaktı.
Aksi halde hayatımın ne kadar sıkıcı olduğunu, olabileceğini gördüm böylece.
Lego oyuncaklardan çocukken zevk alırdım, ama ölene kadar lego evlerde, sims insanlarıyla oynar gibi yaşamak...
Daha öncesinde gelişimim için mecburi kabul edişler olarak baktığım ve bir sonraki sefer daha güçlü olarak aşacağımı düşündüğüm bu durum, artık benim için eğlencenin bir parçası:))
Sonrasında eğitmenliğe ve sivil toplumculuğa dair de biraz konuştuk. Küçük umutlar topladım.
Ancak bu iki sohbet arasında bir de doğum haritama baktı:)
Bana tam da misyon-vizyon konulu seminerimde kullanmak üzere, kişiye misyonunu, vizyonunu, varoluş amacını hatırlatıp motive edici şeyleri düşünürken, güzel ilhamlar aldım.
Aldığım notlardan küçük bir özet geçeyim: benim için çok doğru bir yoldayım:)))

Bir Yastıkta Kocasınlar:)


Saat 01:17. Tarih artık 25 Temmuz olmuş. Kanyon'a bakan, Maslak istikametindeki bankın birinde oturuyorum.
İçtiğim şaraplara sarhoş değilim, çakır bile değilim.
Keyif? Keyifliyim. Garip bir gündü, garip bir akşam ve garip bir geceydi. Ki yaldır yaldır yürüyüp eve gitmek yerine, kendime biraz zaman ayırıp oturduğum için kendimi tebrik ediyorum.
Bugün İndigo Ailesi'nden dostum Nihal ve mecburen uzatmalı sevgilisi Tolga evlendiler.
Nikahlarında, 8 yıllık beraberlikleri için açılan yepyeni bir sayfanın, hatta defterin heyecanlı kokusu sarmıştı zaten beni. Belki de upuzun bir aradan sonra ilk kez evlilik hayali kurdum.
Nikah... Evlilik... Henüz anlayamadığım, ama dostlarımda görünce hoşuma giden bağlar:)
Hani derler ya; bir yastıkta kocasınlar:)

23 Temmuz 2010 Cuma

"Neden Ben Yapmak Zorundayım?"

Kişisel gelişimle ilgilensin ya da ilgilenmesin, birçok danışanın ağzından, konuda yazan bu cümle çıkıyor, bazı sorunlar anlatılırken...
Mesela iş ortamı, aile içi iletişim, yatak sorunları, öğrencileriyle iletişim...
Yaklaşım benzer; "ben bu sorunun çözümü için gayet çabaladım, şimdi sıra onda" ya da bazen bu tutum, "ben neden çabalayayım, problemi ben başlatmıyorum ki..." gibi de ifade edilebiliyor.
Konu bizim için ne kadar önemli olursa olsun, onun çözümü için ya çaba sarf etmek istemiyoruz ya da bizimle beraber tüm paydaşların da eşit efor harcamasını istiyor, aksi halde adım atmayacağımızı dillendiriyoruz.
Bir danışanım, eğer sorun yaşadığı eşi de çaba sarf etmezse, koçluğu kesme pazarlığı yapmıştı ve zaten kestik:)
Son görüştüğüm kişilerden birisi, sorunlu iletişimi olan kişiyle çalışmamı istiyordu ısrarla, zira kendi üzerinde çok çalışmış, benden önce çalıştığı koç, danışman ve terapistler de kendisiyle çalışılması gerektiğini düşündüğü için, onları başarısız bulduğunu söylemişti.
Konuşma ve sorgulama sırasında yaşadığı sıkıntıların mimarının bilinçsiz bir sebeple kendisi olduğu sonucuna vardık(!), ancak yine de koçluğun kendisi ile değil, diğer kişiyle yapılmasını istediğini, çünkü kendisinden çok yorulduğunu, sıkıldığını söylüyordu sık sık.
Bugünkü bir çalışmada ise; iş ortaklarının yaklaşımlarından ve adeta kendisinin hevesini, cesaretini kırma çabalarından konuştuk bir dostumla. Artık onlarla pek bir paylaşım istemiyordu, "herkes kendi işini yapsın, yeterli" hallerindeydi yani... Ama diğer taraftan, işleri de iletişim üzerine kurulu:)
Adımlarını büyüterek gelişmek ve vazgeçmek arasında sürüncemeye giren bir süreçteydi yani.
Ancak ikisinde de, hatta daha fazlasında da sabit olan birşeyler vardı.
Mesela bu dostumun iş arkadaşıyla yaşadığı problem, yakın bir arkadaşı ve patronuyla da yaşadığı bir problemdi, sevgilisiyle de babasıyla da... Babasının, dedesiyle vaktiyle yaşadığı problemlerin tam tersiydi belki, ancak benzer kaynaklardı problemleri, zira tam tersi(!) 
İlk örnekte ise danışanımın çocuğuyla ilgili şikayeti, kocasında da başka şekilde gösteriyordu kendisi. Sorgularken babasından da aynı konuda sıkıntıları çektiğini ve enteresandır (!) ilk kocasından da... Sorgularken ve kendi hayatını yorumlatırken annesinin de babasıyla yaşadığı sıkıntıları hatırlamıştı; sanki "hık" demiş aynı/benzer burunlardan düşmüştü bu sorunlar:)
Ancak burada "benim sorunum değil" veya "sorun sende/sensin" mantığının bizleri bugüne getirdiğini düşünecek olursak, aynı eylemlerin aynı sonuçlar doğurmasına dair ilahi kanuna varmaz mıyız?!?!
Eylemin öncesinde yatan düşüncede küçük bir değişiklik yaparak, "bu sorunda benim de payım olabilir mi?" gibi bir sorgu, bizi biraz daha etkili çabalara, eylemlere yöneltebilir belki:)
Zira dostumda ulaşılan sonuç buydu ve kendisine teşekkürle biten bir sohbet oldu.

22 Temmuz 2010 Perşembe

Kurumsal mutluluk mu? O da nedir?


Aylar öncesinde merak etmiştim, kurumsallık sadece takım elbise, kravat ve despotik hiyerarşi midir? Eğlenceli bir kurumsal yapı söz konusu olamaz mı veya sadece Google gibi ultra üst sınıftaki, hayal edilen kuruluşlarda mı mümkündür?

Ayrıca, madem bir kurumdayım, neden bu kurum bir duyguyu yaşatmasın... diye diye bir proje hazırlamıştım. En azından tohumunu atayım hele demiştim. Mor İnovasyon koymuştum adını.
Hatta hayat amacı olarak belirlediğim nohutun da logomda mor olmasının sebebi, bu projeydi.
Neyse efendim, eş zamanlı olarak Kurumsal Mutluluk Zirvesi adıyla, sevgili eğitmenlerimden Timur Tiryaki de konuşmacı olacağının duyurusunu yollayınca ne kadar sevinmiştim. Zira Timur, benim hislerime en yakın insanlardan ve onun işaretini almak çok hoşuma gitmişti.
Hatta o sıralarda kurumsal koku isimli bir projeyle karşılaşmıştım ve işbirliği düşünmüştüm, ancak düşünmediler ki mailime bile cevap vermediler:)))))
Ancak ne kadar hoş olsa da, bu projeden daha ateşli bulduğum çalışmalardan mıdır bilmem, Mavi İnovasyon gibi çalışmalara yoğunlaşmış ve bunu rafa kaldırmıştım.
Şu geçtiğimiz 3-4 günde ise, konuştuğum hemen hemen herkesle bu projeye geliyor konu. Zira dün buluştuğum, kendisini çok çok çok özlediğim eğitmenlerimden Esra Bener'le de buna değindik ve en kısa zamanda buna tekrar değinmeye niyetliyim.
Bu noktada her türlü geri dönüşünüzü beklerim:)

Koçluk dediğimiz ne ola

Geçen gün yaşam koçluğu ve konuyla ilgili gerekebilecek önbilgileri zamanla, kendi ağzımdan paylaşmaktan bahsetmiştim.
Detaylıca web sitemde bulabilirsiniz. Ancak buraya da özet şekilde bir paylaşımda bulundum.
Yine de her şekilde aklınıza takılan bir şey olduğunda çekinmeden sorabilirsiniz:)

Yaşam Koçluğu nedir?
Sizi, sorunlarınızı kendinizin çözmenize teşvik ve motive eden, çok verimli bir iletişim dilidir.

Ne yaparlar, nasıl yaparlar?
Sizi sorununuzun özünü tespit etmeye teşvik eder, desteklerle cesaretlendirir, sorunlarla yüzleşmenizi sağlar ve yarına dair daha bir "kendim olma" sürecinde yanınızda bulunur. Aktif dinleme diye bilinen, etkili ve verim yaratıcı sorgulamalar yoluyla sizi dinlerler.

Kimler bu hizmetten yararlanabilirler?
Herkes.

Ne zaman, ne şekillerde yararlanılabilir?
Dilediğiniz zaman, randevulaşarak yararlanabilirsiniz. İkili iletişimin kurulabildiği her şekilde; yüzyüze, MSN ve Skype üzerinden, telefon, e-postalar ve yürüyüş esnasında...

Faydaları nelerdir?
"Hmm, tabi yaaaa!..." gibi ifade bulan farkındalıklar yaşamanıza vesile olur ve özdeğerlerinizi artırır.

Koç olmak için başlıca gereksinimler neler?
Bolca okumak, araştırmak, birçok eğitim almak, bilgileri uygulamak, kendi hayatımızda da uygulamak.

Kimler koç olabilirler?
Herkes.

Yaşam koçu olarak Mustafa Emin Palaz nerede duruyor?
Ruhsal gelişim sürecine ve kişisel alan kavramına odaklanmış, zihin üzerine uzmanlaşmış, alelade bir yurdum insanı.


Referansları nasıl?

Tek ifade ile; "Teşekkürler... Gerçekten :-)"