30 Nisan 2012 Pazartesi

Pilavcıyla Konuştunuz Mu?

Gönüllüsü olduğum CEDAY FOTOĞRAFÇILIK Genç Başarı Şirketi'nden bahsetmiştim daha önce.
Kağıthane Vali Hayri Kozakçıoğlu Ticaret Meslek Lisesi'nin gözleri ışıl ışıl öğrencilerinin özel şirketlerine koçluk yapıyorum.
12 Mayıs'ta Marmara Forum'da gerçekleşecek Ticaret Fuarına özel konsept için beyin fırtınası yapıyorduk geçen hafta.
Ama arkadaşların düşüncelerinde bazı açıklar vardı.
Blogumda da daha önce ele aldığım salon girişimciliği tuzağına düşmek üzerelerdi. Oysa önlem basitti; sahaya inmek.
Saha ziyareti, bir çok tahminden kurtarır, size öngörülerinizde büyük veriler sağlar. Hatalı adımlarınızı önler, ürününüzü geliştirmenize olanak sağlar, hatta belki de pazarınızı değiştirmenize vesile olur. 
Saha gözlemi sonrası buluştuk yine sıcağı sıcağına. "İyi ki gitmişiz" diyerek başladılar rapor vermeye.
Fuar alanındaki insanlar kimler, cinsiyet dağılımı nasıl, yaş dağılımı, tarz dağılımı vs...
Oysa geçen hafta bunu yaptınız mı diye sorduğumda, alışveriş merkezi nasıl olsa diyerek es geçmişlerdi. Ancak biraz konuştuk, dipdibe kurulu Metrocity ve Kanyon arasındaki farkları ele aldık, derken gitti bu arkadaşlar.
Eda Taşpınar'dı sanırım, gençler için özel tasarımlar içeren bir çanta markasını Türkiye'ye getirmeden önce bir süre sadece vakit geçirmiş: alışveriş merkezlerine gitmiş ve gençleri gözlemiş, neler giyiyorlar, nelere dikkat ediyorlar diye.

Bir arkadaşımın kurufasülyeci açma düşüncesi vardı, sıcak para akışı iyi olduğu için tahrik olmuş. Benzer şeyi sormuştum, maliyetleri, iş modeli, kopyalanma tarzı vs hakkında bir kurufasülyeciye gittin mi, yoksa pilavcıya gittin mi? Konuştun mu ne gibi sıkıntıları var, ne gibi insanlarla muhatap vs...
Pilavcıyla konuşun siz de, masa başında tasarımlarınızı bir kenara bırakın ve sahayı soluyun!

29 Nisan 2012 Pazar

Çözümler İçin Sihir Gerekmiyor

Bazen sorunlarımıza sihir bile yetmez diye düşünürüz.
Oysa bir söz vardır ya, "dağına gör kar yağarmış" diye.
Sorun her ne ise içinde kaybolmamızın sebebi bazen dağı unutmamız, bazen karı fark etmeyişimiz, bazen de "aman sen de"ciliğe girerek, koyvermemiz.
Sorunlarda hızlı ve yoğun bir şekilde "niçin" diye diye düşünüyoruz.

Oysa bir sorunu çözmenin ön adımı sorunu kabullenmek, ilk adımı ise sorunu tanımlamaktır. Ne yaşıyorsunuz, ne yapıyorsunuz? Sorununuz ne?
Zihnimiz, sorunla yeterince boğulmuşsa, ne yaptığımızı düşünmek, çözüm getirmeyecektir.
Bu durumda bir adım geriden bakıp, NASIL sorusuna çözüm bulmayı denemelisiniz. Böylece konuya daha ojbektif ve daha vizyoner bakabileceksiniz.

Bunun basit bir örneği yakın zamanlı bir koçluk seansımdan gelsin; Konuya girişimiz, can sıkıntısıydı; çünkü bağırsaklarında problem çıkmış, bir nüks vakası. 2 yıl aradan sonra rahatsızlığı tekrar çıkmış ortaya. Bunu konuşurken, sağlık sorunları üzerine koçluk çözümlerimden bahsettim kabaca, "hadi bir el at" dedi ve özel sorgulama stilimle konuya tekrar yaklaştı ve başka bir sorun çıktı altında; çok yakın bir arkadaşının arkasından konuşması.

Konuşurken bu konu hakkında biraz daha duygusallaştı, sesi zaman zaman titrer gibi olmuştu. Ama çözüm gelmiyordu.
Bir adım geri gittik biz de, arkadaşının yaşattığı sorundan sıyrılıp, sorunun nasıl bir yapıda oluştuğunu konuştuk. Hazmedemiyordu ve hazım durumunu, hazım sürecini konuştuk biraz.

Ama yine de çözüm çıkmıyordu, bunlar zaten başka yerlerden düşündüğü şeylerdi ve zihni cevap üretmiyordu.
Bunun üzerine NEDEN hakkında konuştuk ve karşımıza özdeğer çıktı.
Bunun eksikliğine sebep olan düşünceler pat diye çıkmadı karşımıza, ama zaten saklıdır özdeğerler de özdeğersizlik de...

Çözüm için nereye bakacağımıza dair sesindeki titreşim kendisini gösteriyordu ki bir söz tetikledi beni; "daha önce böyle hiç düşünmemiştim, teşekkürler!"
Ben de blogta paylaşayım bunu dedim.

Sorunlarınızı çözmek için kıvranırken, soru stillerinizi koçluk yapılarına taşırsanız veya bu konuda destek alırsanız, çözümler de size gülümseyecektir. Çünkü koçluk, bir sihir değil, düşünme becerisine sahip herkesin yapabileceği, döngülerden kurtaran bir düşünme stili.

Arpacılardan Ders Aldım

İş modellememin kar maksimizasyonu üzerine olmadığını artık cahil sultan bile biliyor, yani ticari kar için çabalamıyorum.
Tabi bir çok kişinin hoşuna giden bu durum, 2 sene önce mesaimin %90 ını gönüllü çalışmalarımla geçirmemi sağlamıştı.
Oysa sonrasında bir gün fark etim ki, gönüllü koçluk yaptığım bazı arkadaşlarım, bir süre geçince koçluğun etkisinden uzaklaşıyordu ve demoralize oluyordu. Hele bir arkadaş, bir psikologa gittiğini ve kendisinde bazı şeyler fark ettiğini söylemişti. Yeni birer keşif gibi anlatıyordu. Ben yeni ne olduğunu merakla bekledim ve hüsran! Çünkü tek kelime yenilik yoktu. Şaşırdım, "bunları ve çok daha fazlasını daha önce falanca yerdeki sohbetimizde konuşmuştuk, hatta çözüm yollarını da biraz konuşmuş, üstünden geçmiştik" dedim. 
Burada psikologlukla koçluğu kıyaslayacak değilim ama bu psikologun sözlerini aklında tutan neydi, merak ettim.
Arkadaş sohbetimizi hatırladı, "bunlar daha etkiliydi, nasıl unuttum" diyerek o da merak etti, ama cevabını bulamadı. Daha etkiliydi tabi ki çünkü ben klasik koçluğu psikoterapik tekniklerle uyguluyorum.
Ama her ne ise sebep, her kimse uygulayıcı, hizmet kalitesi biraz düşük olsa bile hatırlanma motivasyonu yüksekti.
Nitelik ve nicelik üzerine sorgularken, bir soru geldi aklıma, "sen bu terapiste ücrt ödedin mi?"
Çok yüksek bir seans bedeli vermiş, unutmamış.

Geçen sene hizmet amacım fayda üzerine kuruluydu. Ama baktığımda eğitimlerime ve koçluk seanslarıma ücretsiz katılan arkadaşların edindiği fayda düşük kalıyordu. Elbet bunda benim deneyimlerimin de etkisi vardı, ama diğer ücretli katılımcıların çok gerisindeydi motivasyonları.
Sırf bu amaçla, Naturel Fuarı'ndaki seminerimde, daha dikkatli dinlenilmesi ve katılımcılığı artırmak için küçük bir miktar katılım bedeli toplamıştım insanlardan. İşe de yaramıştı.

Taksim'de bekliyorum bir dostumu, katılımcılarıma çok indirim yaptığım için kızan bir dostumdu.
Önümde de güvercinler uçuşuyor.
Bardak dolusu arpa satanlar, "kuşlara atalım da foto çekinelim" diyen yerli yabancı turistler...
Hoş görüntüden faydalanalım diye ikram etmelerini istesek satıcılardan, haklı bir cevap verecekler değil mi; ekmek kapıları bu. Ekmek kapılarını savurmaları mantıksız. Peki ben neden savuruyorum?

Bu konuda bir kararım vardı, profesyonel bir hizmetimi ücretsiz yapmama kararım. Öyle ki bir dernek olsun, web yazılımcılığında destek istesin, artık profesyonel hizmet listemde olmadığı için, gönüllü olarak destek oluyorum, ama benden tanıtım harici bir eğitim isteniyorsa, ücret de talep ediyordum.

Oysa yeterli değilmiş sanırım.
Geçen gün bir arkadaşım destek istedi. Maddi kısıtı da varmış, sorun değil dedim, düşürdüm, fiyatımı çok düşürdüm, ona dokunmayacak, kabul edeceği bir rakama kadar indirdim.
Seans günü şeytan dürttü, buluşmadan birkaç saat önce aradım, teyit istedim, hık mık, kem küm...
Sorun değil dedim, iptal edip başka bir programa yöneldim. Birkaç gün sonra söyledi ki, başka birisinden, benimle anlaştığının çok üstü bir fiyata anlaşmış, yaşam koçluğu yerine XYZ danışmanlığına karar vermiş. Parası konusunda ise ay sonuna kadar biriktirmeye niyetli.

O fayda görsün, sorunu çözülsün yeter ki! Kimsenin ekmeğinde gözüm olmadı, olmayacak da.
Ama baktım ki, benim benim ekmeğime de gözümle bakmıyorum ki...

Sevgili arkadaşlarım, sizin sohbet sandığınız şeyi, sohbet kıvamında içselleştirebilmek için bugüne dek 1500 saatlik koçluk deneyimi edindim, 13.000 saatlik zihin üzerine mesai harcadım. Birçok deney ve araştırma ile mesleklerimi standartların ötesine taşımaya çalıştım ve sohbet kıvamında rahat ve etkili bir forma soktum.

Artık daha iyi hizmet vermek için, yeni bir karar aldım; sabit ücret garantisi :)
Madem hizmetime birilerinin değer vermesi gerekiyor; bu kişi önce ben olmalıyım!
Başkasından değer bekliyorsanız, siz de önce kendinize kendiniz değer verin.
Bol değerli, bol neşeli, bol keyifli günler dilerim.

Mutlu günler,
Mustafa Emin Palaz
P Bu mesajı yazdırmadan önce lütfen çevreyi düşününüz

25 Nisan 2012 Çarşamba

Nedendi, Nasıldı?

Bugün "neden"lerimizi "nasıl" yapalım mı?
"Neden başıma bunlar geliyor?" gibi cümleleri alıp,
"Nasıl aşabilirim?"
"Aşsaydım nasıl olurdu?"
"Aşanlar nasıl aşmışlar?"
"Bu engele rağmen nasıl daha iyi hissedebilirim?" gibi cümlelere çevirmeyi, en azından bir iki saniye deneyin.
"Neden" sorularının cevabı analiz getirir. Doğru, bir sorunu çözmenin ilk yolu, sorunu tanımlamaktır.
Ama biz analizde çok vakit geçiriyoruz. 
Sorunu çözmeye pek bakmıyoruz, kısmen zor geliyor, kısmen zihnimiz yem atıyor vs...
Oysa refah çözümde, çözüm de modellerin uygulamasında.
Yaşadığınız sorunlar her ne ise, neden yaşıyorsunuz?
Yaşadığınız sorunları nasıl aşacaksınız?

23 Nisan 2012 Pazartesi

Ergen Ceday Girişimcileri

Çarşamba günü bir liseyi ziyaret ettim.
Genç Başarı Eğitim Vakfı'nın, Şirket Programı adında global bir çalışması var. Lisenin sonuna yaklaşan öğrencilerle (10-11. sınıflar) bir öğretmenleri gözetiminde ekipler kuruluyor.
Çok kaba bir özetle 3 aylık bir süre için ekipler bir fikir yolunda özel bir şirket kuruyor, özel basılmış kağıtlar üzerinde. Bu şirketin sermayesini eş dostlarına hisse satarak ediniyor, proje gereklerini yapıyor, yönetim kurulu toplantıları yapıyor ve düşüyor, kalkıyorlar, girişimcilik deneyimleri ediniyorlar.
İş dünyasından da hem profesyonel hem de STK'larda gönüllülük geçmişi olan abiler, ablalar olarak bu ekiplere mentorluk, koçluk yapılıyor. Burada müdahale hakkımız sıfır, çünkü gerekirse o şirket batacak ki öğrenciler yanlış yaparak yanlışı öğrensinler...
Ben de işte bu koçluk namına gönüllülerden birisiyim. 
Benim gönüllüsü olduğum okul, Kağıthane Vali Hayri Kozakçıoğlu Lisesi. 10 ve 11. sınıflardan oluşan 19 kişilik bir ekip ve yanlarında da süper bir öğretmen.
İsimleri Jedi Fotoğrafçılık Genç Başarı Şirketi.
Etkinliklerde kostümlü, kostümsüz fotoğraf çekiniyorlar, çerçeveli şekilde 3 ila 5 Liralık bedellere satıyorlar. Beni davet ettikleri etkinlik, okullarında düzenlenen Turizm Haftası Şenliği idi. Daha ilk günlerinde keyiflendirici bir gelir edinmişlerdi, çünkü pazar araştırmalarında ödenebilir maksimum rakamı süper belirlemişler ve ürün gamı kurgulayarak, fiyat farklılaştırması yapmışlar :)))
Süper işliyor, benim 3 yıllık gelişim girişimimde o kadar düzenli defter tutulmadı.
Üstelik...
Fotoğraf kostümleri için, arka panolarındaki perdeden fotoğrafçıya komisyon ödemeye kadar, sermayesizlerdi.
Mehter Takımı'nı bile ayarlamışlar... Detayları gerekirse bilahare paylaşırım ama süper bir fırsat girişimcilikleri var.
Gönlüm ister ki "sıfır sermaye ile iş nasıl kurulur?", "anlaşmazlıklar çatısında ekip bilinci" ve "sen bilebilirsin bey amca, ama benim de kafam çalışıyor çözüm bulmaya" başlıklarında seminerler vermeliler.
12 Mayıs'ta özel düzenlenecek Ticaret Fuarı kapsamında, koçları olarak göğsümün kabaracağından eminim.


13 Nisan 2012 Cuma

Suyun Meşk-i

Dün eve dönmek üzereyken Taksim yaptım. Keyif hakkım, değil mi :)
Metrodan çıkarken sağa kaydı gözüm, hani bir çok kişinin sadece kapısına göz attığı, içeri girme tenezzülü göstermediği sergi salonuna baktım nasıl bir şey var diye.
Ebru Sergisi varmış, üstelik İSMEK (İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sanat ve Meslek Edindirme Kursları) öğrencilerinin sergisi.
Sadece kapıda girer girmez sizi bir bir tablo karşılıyor, hocalarınınmış.
Geri kalan hepsi bir süre öncesine kadar işsiz öğrencilerin emekleri.
Tabloların üstündeki etiketlerde hem fiyat belirten renkler var hem sanatçı/öğrencinin ismi hem de ebru tarzı var.
Mesela kolaj aşığı birisi olarak benim ebru tarzımı bulmuş oldum; akkase ebru, bu da bir örneği.


İSMEK bu konuda nasıl çalışıyor, detaylı bilgiyi internetten bulabilirsiniz, ancak öğrencilerden ve bana sergide refakat eden Merve Koç'un söylediği kadarıyla öğrenciler ücretsiz aldığı bu eğitim sayesinde kendilerine bir gelir kapısı da ediniyor. O sırada bakın "burada da benim çalışmam var" dedi, kumlu ebruymuş adı.

Ebru konusunda benim tek haz almadığım konu, bir şaman ritüelinin, İslam sanatı olarak algılanmasındaki kültürel yanılgı. Ama sanat sanattır, değil mi?
İstanbul'da yaşıyorsanız, metroyu kullanıyorsanız, şu günlerde koşuşturmak yerine bir kaç dakika kendinize hediye edin ve Suyun Meşk-i Sergisi'ne bakın derim.

12 Nisan 2012 Perşembe

Başlık bulamadım, "just mustep" nasıl olurdu? :)

Bu yazı farklı olacak :)
Çok ukala şeyler okuyabilirsiniz, çok mazlum şeyler de okuyabilirsiniz ama uzun süredir içimde dolaşan düşünce kasırgalarını paylaşmak istedim.
O yüzden önerim önce şu videoyu da başlatmanız ve keyifli bir şekilde okumanız. Klibi izlemeyebilirsiniz, müzik fonda çalsın kafi derim.
Ne işlerle uğraştığımı merak eden arkadaşlara da hitap edecek, son zamanlarımı nasıl değerlendirdiğimi de özetleyecek, gelişim yolculuğumdaki hata ve adımlarımı itiraf tadında birşeyler yazasım geldi.

Outliers (Çizgidışı Başarılar diye dilimize kazandırıldı) kitabında başarılı bir iş için uzmanlık alanının belirlenmesi gerektiği ve bu konuda 10.000 saat mesai ihtiyacından bahsedilir. Kitabı okumayan bir çok kişi bile duydu bu meşhur 10.000 saati. Ben kendi uzmanlık alanıma baktığımda, neyde bu kadar vakit harcadım diye, 13.000 saate yakın mesai ile zihin çıktı karşıma. Beni tanıyanlar abartmadığımı biliyor, çocukluğumdan beri akademisini pratiğini araştırdığım bir kavram benim için.
Daha da derinleşmek istediğim için birçok deney yaptığımı ve koçluğumu geliştirdiğimi bilmeyen kalmadı. Zihin yönetimi, zeka gelişimi, yaratıcılık ve inovasyonel düşünme becerilerinde artık sensei gibi hissediyorum kendimi ama...

Ama mutlu muydum? Tatmin var mıydı hayatımda? Hayır.Hayatıma keyif getirmem gerektiğini düşündüğüm sırada koçluk aldım bir dostumdan ve beni motive edecek şekilde geri bildirimlerde bulundu.
Zihnimde doz aşımı olmuştu. Bana nasılsın diye sorulsa mesela, nasılım, neye göre öyle düşünüyorum, bu düşünce eski anılarımdan mı tetikleniyor. Acaba nasılsın sorusunu özel bir tınıda sorsak karşı tarafa hoş anılar tetikleyebilir miyiz, böylece sadece hal hatır sorarak bile karşımızdaki kişinin kendini iyi hissetmesini sağlayabilir miydik… Ama hala cevap vermiyorum nasıl olduğuma dair…
Neyse, tatil moduna aldım hemen kendimi. Üzerine çalıştığım konuları derledim ve rafa kaldırdım. Keyfe bakmaya çalıştım, kendimle dalga geçtim, bilgimle, bildiklerimle…


Zihin haritalama tekniğinin ileri versiyonlarını oluşturarak çok daha iyi bir yapıya getirdim ve övünerek diyebilirim ki bu konuda daha iyisini görmedim. Bunda sıkıcı geçen kurumsal bir eğitim tecrübemin de etkisi yüksek. Zihin performansını geliştirmek, soyutötesi algılar ve çok boyutlu düşünme becerileri, yenilikçi perspektifler konularında “hah” diyordum kendime. Artık bu konuda daha odaklı ve tatminkar bir eğitim mantığına girdim. Biraz uzun olduğu için web siteme davet etmek daha uygun olur. Yenilikçi düşünme odağında, not alıp aktarma odağında ve bilgilerimizi kişisel gelişim için hayatımıza entegre edebilme-işleyebilme odağında ayrı ve özel eğitimler oluşturdum. Web sitemde domates başlığında görebilirsiniz.

Yaşam koçluğunda, bilişsel psikoloji deneyimlerim sayesinde çok tatmin edici noktalara varabiliyordum. Eş zamanlı şekilde ilgi alanım olan psikanaliz ve psikoterapiden daha çok yararlanmaya başladım. Düşüncelerin bilincimizi tetikleyici gücünü kitaplarda bahsettiğinden öte bizzat gözlem ve müdahale ile kilo kontrolünde %100 başarı oranım var. Evet, bugüne kadar kiminle kaç kilo hedef koyulduysa o süre zarfında o kilo verildi. Egzersize, karbonhidrata, bilmediğim şeylere girmeden, sadece koçluk ile zihinsel süreçler sayesinde… Diyet koçu olmayışıma rağmen bu başarım artık tatmin etmiyordu ve kendi revize ettiğim metotlarla iç hastalık tedavisi çalışmalarına başlamıştım. Olumlamalar bende çok işe yaramıyor, zihnim ona duvarlar örüyor, ama mantıksal çözülmeler sayesinde her şeyi işleyebiliyordum. İlk sonuçları karaciger, gırtlak ve bağırsak sorunlarında aldım. Hatta hastane çatısında uygulama örneklerinin eli kulağında.

Girişimlerin, işletmelerin psikolojik altyapısını işleyerek sürdürülebilirliklerini sağlayan bir hizmetim var, girişimci koçluğu! Ben bu hizmeti ilk kurguladığımda, (canım bahsetmek istedi) girişimci danışmanlığı ile yaşam koçluğunu harmanlamıştım. Ancak kulağa hoş geldiği için ve sektördaşlarım herşeyin yanına koçluğu sıkıştırdığı için Google’da 90.000 sonuç çıkıyordu ve o günlerde ne aralarında ben vardım ne de bir ürün bulabilmiştim, sadece vitrin süsü. Bugün bu aramalarda sonuç sayısı çok daha yukarılarda ve ilk sırada ben, ikinci sırada ise naçizane sunumum var. Hiçbir Google yatırımı yapmayışıma rağmen sadece bilgi paylaşımı ve bilinirlik sayesinde oldu ve gurur kaynaklarımdan diyebilirim. İnovasyon girişimciliği mantığında ilerliyordu. Başka yerlerde, beyin merkezindeki amigdalanın, dopamin üzerinde ne işe yaradığı anlatılırken (kim ne için kullanıyor amigdalayı?), ben noropsikolojinin endüstriyel ve örgütsel psikolojiyle desteklenen sonuçları üzerine araştırmalar yapıyordum, bu da girişimci koçluğu bilgilerimi besliyordu haliyle. Ama bu konuda ben gençlere, akramlarıma yoğunlaştıkça yetişkinlerden talep geliyordu ve bu da odak kaçırmama sebep oluyordu. Bir ara bu konuyu tekrar ele alabilirim.
Madem girişimciliğe değindim, sektörümüzdeki pis rekabetten sıyrılmak için yürüttüğüm iş birlikçi rekabet meyvesini vermeye başladı. Açayım, klasik işhayatında ezici bir rekabet vardır ya, birbirinin gözüne baka baka tu-kaka derler diğeri için. Ama kişisel gelişim sektöründe, herkes 50 sefer nirvanaya çıktığı için öyle değil! Çocukluğumdan beri çevrem sektördaşlarımla çevrili olduğu için sık sık gözlerdim, birbirine cicim derken arkadan konuşmaları… Hele ki beden dilini artık çok iyi okuyabildiğim için midir, arkamdan da konuşulmadığını fark ettim, bizzat o an yalan söyleniyordu zaman zaman. İnsanlık hali. Ama ben etiklerimle yürümek istediğim için içerleyici, işbirlikçi rekabeti getirmeye çalışıyordum. Ortada ekmek varsa birlikte yiyelim, başkasına da ilham oluruz diye. Kazan-kazan (sen kazan ben kazanayım) piyasaya girmeye çalışırken, sosyal liderler kazan-kazan-kazan (sen, ben, çevre kazanalım) demeye çalışırken, ben 4lü kazan demeye çalışıyordum, zamana yayılan bir ilham da ekleyerek. Çok kişi dalga geçti, dostlarım dahil. Ama dün kuru ekmeğimi alanlar, bugün köfte sandviçlerle gelmeye başladı, teşekkür ediyorum hepinize varlığınız için.

Böceklerde bilinç konusundaki ilerlemelerim de keyifliydi. En büyük kazanımım iyi-kötü ayrımları, risk aldıkları haller, karar süreçleri… Evet, böcekler de düşünebiliyor. En büyük kazanım ise zerafetin dişiye ait oluşunun ispatı olmaları. Peygamberdevelerine aşkımı herkes biliyor zaten, özellikle dişilerine. İleride evlenecek olursam öyle bir eş ararım, zeki, stratejik, seksi, sıradışı, elinden her iş gelen, tarif edilemeyen bir kutsallığı barındıran… Hemen aşağıda bir peygamberdevesi (mantis) tutarken ben...
Evimde gezinen Alman Hamamböceği de hoş yaratık, özellikle biri gıcık diğeri seksi gelmeye başladı gözüme. Araştırdım, zarif olan, parlak renkleri barındıran ve inceledikçe hayran bıraktıran versiyonu, dişi olanıymış. Sonra merak sardı diğer canlılara baktım, her zarif olanı dişi olanı. Kadın, dişi, zarif, naif… Keyifli ve sıradışı çalışmalar gibi görülebilir, ama çok zamanımı alıyordu ve dürüst olayım, biraz işlevsizdi.

Dergi ve elektronik dergilerdeki yazılarıma hiç girmesem olur mu? Kaba bir özetle, yazdıkça yazı talepleri aldığım bir zamandı. Yönetişimden kişisel gelişime, stres ile başetmekten sosyal projelere, hatta birinde rica üzerine bir uluslararası tarım projesi hakkında dahi birşeyler yazmıştım. O yazılar sayesinde bazı arkadaşlara cevap verme imkanım olmuş, teşekkür mesajları almak süper bir duyguydu. İnsanın takipçilerinin olması, içinde sakladığı mesih kompleksini (şaka yapıyorum, seminerlerimde dürüstçe itiraf ediyorum :) ))) büyütüyordu.

Ve daha bir sürü şey :)

Uzakdoğu öğretileri üzerine hoş bir derleme kitap vardı, çocukken okumuştum. Suavi Kendiroğlu’nun, Görünmez Hedef 50 Savaş Hikayesi adında. Yol Yayınları olmalı. Tavsiye ederim. 5 yıllık hobim olan Japon kılıç sanatı iaido’ya o zaman onun sayesinde merak sarmıştım. Kitaptaki bazı öykülerde bahsettiğine göre, en ileri kuşak siyah kuşak değilmiş, beyaz kuşakmış. Çok hoş bir de öyküsü vardı, ama kaç yıl geçti, hatırlayamıyorum şimdi. Özetle ama, insan cahil bir şekilde başlarmış sanatına. Bilgisindeki boşluktan ötürü beyazmış kuşağı. Zamanla düşe kalka öğrenirmiş ve düştükçe kalktıkça o kuşak tozlanır, kararırmış ve siyah olurmuş. Siyah kuşak olunca “bilir”miş. Ama iş şimdi başlarmış. O bilgilerinden sıyrılması gerekirmiş, onları unutması ve kendini aklaması gerekirmiş, daha çok çalışırmış, düşermiş, kalkarmış. Düştükçe kalktıkça o siyah kuşağın rengi atarmış, beyazlarmış. Bilgiyi özümsemiş olurmuş.

Benim de beyazlaşma vaktimin geldiğini gördüm. Olmadım, öğrenmem gereken daha çok şey var, ama bir yandan beyazlaşma vakti de gösteriyor kendisini.

Bilgi en önemli şey derdim, ondandır belki de, çocukluğumdan beri, bulunduğum ortamda en çok şey bilen hep ben olmuştum maalesef (neden maalesef dediğimi, dışlanmışlıklardan tahmin ediyorsunuzdur). Ama artık UMURUMDA DEĞİL. Eskiden bir şey için “bilmiyorum” diyemezdim, bilmiyorsam bile bildiklerimden yola çıkarak doğruyu, en kötü ihtimalle doğruya en yakın bilgiyi kurgulayabiliyordum. Şimdi umurumda değil! :)

Pranik şifa eğitmenim Amir, ileri düzey bir meditasyon eğitiminde söyledi, “taç çakranızı ne kadar çalıştırırsanız çalıştırın, kalp çakranız onunla eşleşmiyorsa yol alamazsınız”. Sevgili profesyonel arkadaşlarım, çakralar, şifa gibi konulara iş dünyasının nasıl baktığını biliyorum:) Kurum çatısında tu-kaka, kahve sohbetlerindeyse “ya ben de inanıyorum böyle şeylere de nasıl olacak bilmiyorum, benim hanım geçen bir kitap okumuş” demekten sıkılmadınız mı? Yakında Aşk İle Gelişim adında birşeyle kapınızı çalacağım, ama sonra değineceğim.
Amir’e dönersek, öğüdü açıktı; “Mustafa, ne kadar ilahi amaçların olsa da, duygularını yaşamazsan ne kadar geliştirebilirsin kendini”
Keyfe verdim kendimi, duyguları zihinsel süreçlerimde özümsemektense yaşamaya çalıştım. Ve bir sihir oldu, ben keyif almaya başladım yaşamdan.
Sadece gözlem, bilgi, zihin, strateji gibi vauv dedirten süreçlerden sıyrılıp, bizzat yaşamak.
Hergünümden keyif almaya başladım. Çalışamadım o günlerde, ama kendimi çok iyi hissediyordum. Dinlendi aklım da ruhum da bedenim de benliğim de…
Bizzat yaşamak derken, abim Timur’la (Timur Tiryaki) uzun bir zaman önce konuşuyorduk ve ilişkilerimizdeki aksaklıkların paralelliğinden bahsediyorduk. Galiba bizim aşk yolumuz halk tabiriyle ilahi aşktan başka bir yerde olmayacak diye düşünürken, kısa süre sonrasında Timur süper bir aşka yelken açtı. Gözleri ışıl ışıldı baktığınızda. Abim adına o kadar sevinçliydim ki, bende de umut olduğunu düşünmeye başlamıştım.

Flört mevzularına çok kötü bir ilk aşk deneyiminden ötürü çok geç başladım ve sonrasında akranlarımla açığımı kapatmıştım. Ama saçımın dökülmesi, hayatımın stresi derken kabuğuma çekilmiştim. Sadece deneyler yapıyordum kadınlar üzerinde. Etkinliklerde hedefler koyup, misal “ben hiç pas vermeyeceğim ama benimle en az 3 kez konuşmaya çalışacak” veya ben masanın diğer ucunda olsam bile yanımdaki sandalyeye oturacak ve benimle işim hakkında konuşmaya konu açacak gibi şeyler sürüp, bunları beden dili ve çeşitli şekillerde uyguluyordum. Sonra da kızımızla görüşmeden, telefonlaşmadan oradan ayrılıyordum. Çünkü zaten bir kadından hoşlanmam en fazla 2 gün sürüyordu. Birinde bir kadına heyecan duyduğum için daha da heyecanlanmıştım ve garip motivasyonlarla o heyecanımı bir daha görüşmeye sakladım, ama 1 ay içinde o da sönmüştü.
Ama keyif o kadar yayıldı ki hayatıma, herşey keyiflendirmeye başladı.
Yaklaşık 7 aydır sürdürdüğüm küfür orucum, dilimi çok daha temizlemiş, haliyle gönlümü de temizlemişti. Çok küfreden birisi değilim, ama Yunus Emre’nin dergahında eğriliğe yer olmadığı için ateşin de doğru yanmasını istemesi, bu amaçla da her taşıdığı odunun düzgün olmasından esinlenmiştim. Ben de sözleriyle fayda sağlayan birisi olduğuma göre, ağzımdan nahoş bir şey çıkmayacak demiştim ve hiç küfretmeme kararı almıştım. Ben söylemeyeceğim deyince, ağzıma sık sık gelir olmuştu, ama son durum nedir? Geçen gece yağmur çoktu. Kanyon’dan çıktım ve yanımdan bir taksi geçti, hız kesmediği için yerdeki su ile yıkadı beni. “Ah be dostum” diye geçti aklımdan, normalde neler geçebilirdi siz tahmin edin kendi deneyimlerinizden. Biraz yol kat etmişim sanırım. Peki bununla mı kaldı dil temizlemek? Yaratıcılığı ve stratejiyi, zekayı geliştiren, en büyük zevk kaynaklarımdan yalanı çıkardım hayatımdan. Küfürsüzlükte birkaç ay geçtikten sonra onu da istemiyorum dedim. İşte burada zorlanıyorum. Duruma göre çok iyi yalan söyleyen birisiyken hiç yalansız konuşmaya başlamak, zorladı biraz. Basit yalanlarla bazı aksilikleri aşabilecekken, durup bir saniye nefes alıp daha sakin bir şekilde ifade etme üzerine geliştim bu sayede.
Bu durumlara en çok sevinen kişi ise kız arkadaşım.
Evet bu deneylerden gözlemlerden sıyrıldım ve birisine gitti gönlüm, hatta AŞIK OLDUM.
Ama bunu sona sakladım.
Çünkü keyifli tweetler atıyorum ve insanlar bunu aşka mal ediyorlar. Doğru, aşk çok keyifli bir duygu.
Ama keyfime keyif katıyor sevdiğim, değilse sadece aşk değil beni keyiflendiren.
BEN ÖNCE KEYİFLENDİM, HAYATIMI ŞENLENDİRDİM, SONRA O BU ŞENLİĞE KATILDI VE DAHA DA ŞENLENDİRDİ.
Gelişimimi sürdürüyorum, yolumu biliyor, hatırlıyorum. Kör bir şekilde aşık değilim dostlar.
Duyguları hissetmek, karnımdaki kelebekleri, damarlarımda gezen dalgaları fark etmek ve bunun için benliğime odaklanmak… Bir dostum bunu özetliyor; “Kula olan aşkın simyasını gözlemleyebiliyorsan HALKTAN HAK'KA bir menzil içerisinde bir kemalata yön almış görünüyorsun”
Kalp çakram da fırıl fırıl, taç çakram da…
Gönlüm de ferah aklım da.
Ve işin şimdi başladığını fark ettim. NE SEVİNDİRİCİ!
Zamanında bir kadına gitmişti gönlüm, yıllardır hayalini kurduğum gibiydi ve çok derin aşk hissetmiştim. Eğer o aşk ise geçmiş pek de önemli değildi, geçmiş aşk ise ona hissettiklerim mükemmel olmalıydı. O günlerde diyalektik felsefeyi bildiğim kadarıyla uyarlamaya çalışıyordum. “Tanrı mükemmeldir, O hem vardır hem yoktur, O varlığın ve yokluğun uyumudur”. Ben de bu kadına körleşmek istemiyorum, aşkımı yüceltmek istiyorum ve mükemmelleştirmek istiyorum demiştim. Varlığına aşıksam, yokluğuna da aşık olmalıyım demiştim ve yollarımızı ayırmıştık. Bugün? Yaşamadığım hazzı adamdan saymıyorum artık :) Çünkü bilmek değil, yaşamak önemli olan.
Cinayet filmlerinde katil beni öldürecek olsa öncesinde bir saniye açıklasın bana, kimdir, nedendir, neden öldürmek ister, bir haz duyuyor mu, anlatsın, öyle öldürsün derdim. Şimdi? Doya doya yaşıyorum :)
Bu sırada noldu? Biraz da ona değineceğim.
İşlerim açıldı enteresan şekilde. Zamanında çaylak muamelesi yapan arkadaşlar birlikte çalışmak istemeye başladılar, eskiden zaman ayıramayanlar şimdi randevu vermeye başladılar, zamanında izlediğim kurumlar davet etmeye başladılar… Bunlar olumsuzların olumlulaşması. Bir de daha samimi arkadaşlarım olmaya başladı, daha içten, daha üretken, daha şeffaf, daha keyifli.
Blog yazılarımı paylaşan mailler, beni bizzat tanımamasına rağmen benimle koçluk yapması için arkadaşına baskı yapan takipçiler, TESADÜF sanılan süper karşılaşmalar…
Şimdi bu süreçlerin daha makro ele alındığı, bireysel ve grup uygulamalarla hayatımızı zenginleştirdiği, AŞK İLE GELİŞİM başlığında bir eğitim hazırlığındayım. Eğitim de demesem aslında daha iyi, deneyim paylaşımı.
Yazı uzun oldu, yazılabilecek şey çok... Yeter sanırım.
Kendinizi gözleyin ama.
Bu değişimler şahsıma münhasır değil. Arkadaşlarımda da görüyorum, durağan işler yoluna girmeye başlamış, sıkıcı ilişkiler elden geçmiş... Birkaç arkadaşım evlenme kararı aldı, gözleri ışıl ışıl, birkaçı süper ilişkilere başladı. Hem ilişkileri hem işleri açılanlar var...
Madem aşk diyorum, birlikteliklerden bahsediyorum bitişi de buna göre yapayım.
Her dinlediğimde ayrı bir haz aldığım şu şarkıya bir kulak verin, hem tınıya hem sözlerine.

AŞK ile
Yaşam koçu, eğitmen, gözlemci, yazar, öğrenci, girişimci koçu, girişimci, konuşmacı…
Sallayın bunu
İnsan
Mustafa Emin Palaz

Not: bu yazıyı baştan sona okuduysanız eğer tebrikler, 4 sayfa. Bu ilgi karşılıksız kalmasın, yorumunuzu mail atın lütfen, etkilendiyseniz en çok etkilendiğiniz noktayı paylaşın. Bir de buraya yorum yazarsanız blogum biraz daha canlı gözükebilir. Ben de ilginize karşılık dilediğiniz bir hizmetimde %75 hediye vereyim. Malumunuz para bilincimi denkleştirmek için ücretsiz bir hizmet vermiyorum :) cozum@mustep.com

11 Nisan 2012 Çarşamba

Zormuş Erdal Abi olmak

Süper dizi Leyla İle Mecnun'a arada göz atıyorum. Hayatımıza İsmail Abi'yi soktu, Mecnun'u soktu, gıcık Leyla'ları soktu:)
Ama bir Erdal Bakkal var ki dağlara taşlara... Sinir ediyor tutumu, paragözlüğü...
Girişimci adayı bir arkadaşıma söz vermiştim, "sen planını yolla, KOSGEB için, ben göz atarım" dedim. Meğer iş fikri bir gıda işletmeciliği üzerine.
Tabloda boğuldum, gömüldüm, kafam dağıldı. Analitik birisi olmasam muhtemelen oturduğum yerde kalırdım.
Neyse, aştık durumu, teslim edilebilir şekle dönüştürdük, ama fark ettim ki, zormuş.
Zormuş kolay görülebilecek marketi koordine etmek. Kuruşlarla kârları ay sonunda birleştirmek, hesaplar kitaplar yapmak, çırağın harçlığını göz etmek...
Yorgunluktan bir ara dalmışım da hayal kurmuşum market gibi birşey işleterken...
Özür diliyorum, kolay sanıyordum.
Zormuş Erdal Abi olmak.
Hiç bir işin kolay olmadığı gibi, bakkal olmak da zormuş.

Sihirli Aynaya İhtiyacımız Var

Yakın zamanda bir seansım oldu ki süper hissettim, paylaşmak istedim. Buluşma sebebimiz iş hayatındaki tatminsizlikti.
Danışanım kişisel gelişime ilgili ve kendisini gözleyen, "farkındalığı yüksek" birisiydi ama sorunlarını aşamıyordu. Bu amaçla yol aldığımız koçluk sürecinin özeti için ise sihirli ayna diyebilirim.
Neden koçluğun aynasında sihir misali göz kamaştıran bir başarı vardır?
Aynalar olduğu gibi yansıtır, değil mi? Ne kadar doğal, ne kadar yalın, değil mi? Her ne kadar uzaktan hoş gelse de kimse sorunlarıyla yüz yüze gelmekten hoşlanmaz. Zihin de bunu bildiği için sık sık o aynayı karalar, tu-kaka eder ve ya ayna çalışmaz ya da can sıkar, özsaygı kaybına yol açar…
Zihnimizin yarattığı bu kaostan sıyrılıp, aynalık gerektiren unsurları nasıl yakalayabiliriz? Çeşitli kişisel gelişim kitaplarından ve eğitimlerden faydalanabilirsiniz, koçluk gibi etkili hizmetlerden yararlanabilirsiniz. Kendinizi gözlemeye ne dersiniz?
Mesela en çok sarf ettiğiniz cümleler neler? Mantıklı veya değil, en çok kullandığınız bağlaçlar, cümle ekleri… Mesela bu danışanım sık sık “olması gereken” şeyler anlatıyordu bana.
Bir başkası “di mi (değil mi) ama” diye bitiriyordu hemen hemen her cümlesini.
“Olması gereken”miş gibi gözüken şeylere farklı perspektiflerden bir daha bakmaya çalıştık, aynalık yaptım güya. Ama zihin zaten biliyor bunları, dirençle de karşılaştım.
Ardından daha farklı bir bakış getirdik, sorunu aşmaya yönelik motivasyonlarla besledik aynalama sürecini. Kalıpların bize normal gelmesinden yola çıktık, normal şeylerin normlar / kalıplar olmasıyla devam ettik. Mantığımıza uygun şeyler konuşarak, “olması gerekenler”in kaynaklarını ve çözümlerini irdeledik vs…
Sizce nasıl devam etti?
Yüzünde kocaman bir gülümseme ve kendine güven vardı artık. Çünkü hem sorunuyla yüzleşebilme cesareti bulmuştu hem de aşabilecek motivasyonu edinmişti. Yaşadığı sorunun kaynağının amiri değil, kendisi olmasını avantaja çevirdi ve sadece kendisini geliştirerek çözüme ulaşmayı başardı.
Hem kendinizle hem de başkalarıyla iletişiminizde bu AYNAyı lütfen etkili kullanın.
Buradan kendinize çıkarımlar yaparak kendi aynalamalarınızı ve güdüleyici bakış açılarınızı kurgulayabilirsiniz ümidiyle paylaşmak istedim.
Keyifli aynalamalar dilerim.

10 Nisan 2012 Salı

Mutluluk, mutlu anların toplamıdır

Mutluyum:))))
Mutluluğumla sen de mutlu olabiliyorsan, arkadaşımsındır arkadaşım :)
Mutluluk paylaştıkça artan bir sermayedir.
Bir düşünün hemen, çevrenizdeki insanların mutluluklarıyla siz de mutlu olabiliyor musunuz? Onların başarılarıyla haz duymak, onların sevinçleriyle sizlerin gözlerinin dolması...
Bir liste yapabilirsiniz, benim var mesela aklımda :) Mutluluğumun doruk anlarında birilerini arıyorum ve sebepsiz yere mutlu oluşumu, sebepsiz yere onlarla paylaşıyorum ve mutlu veya mutsuz olsunlar o an, mutlanıyorlar :) Birisini mutlu etmek de beni daha mutlu ediyor. Repo faizli bumerang misali bir döngü :)
Yaşam koçu Derya Akkaya'nın bir sözüdür, "Mutluluk bir son değildir, ertelemeyin" der. "Mutluluk, mutlu anların bütünüdür"
Mutlu anlarınızın farkında olmanız ve artırmanız, yaymanız dileğiyle :)
Madem mutluluktan bahsediyorum, mutlu bir fotoğrafımı koyayım dedim :)

9 Nisan 2012 Pazartesi

Sizin Fa Teliniz Nedir?

FA TELİniz ne olabilir? Bamtelini biliyoruz, damarımızdır, basılsın istemeyiz. Ama bir de fa telimiz olduğuna inanıyorum, keyif getiren, bizi geliştiren anlar, sözler diye literatüre sokuyorum. (İlahi ezgileri içerdiğine inandığım fa notasının bendeki etkisini, birçok arkadaşım biliyor, o sebeple telimizin adını fa koydum)
Misallerle açıklayayım:
Yaşam koçluğu yapmama rağmen bir sıkıntım için koçluk almıştım ve o sırada bir cümle çıktı koçumun ağzından; "Mustafa, sen gayet rahat ve samimi birisisin, yaydığın imaj da böyle, özün de böyle, sadece sanırım pek farkında değilsin bu özelliğinin..." Çok duygulanmıştım, çünkü ne kadar temiz niyetli çalışsam da samimi olmadığımı düşünüyordum...
2 sene önce şans eseri birisiyle karşılaşmıştım, Amerika'da psikoterapistlik yapıyormuş ve tatil için İstanbul'a gelmiş bir hanım. Sohbetimiz biraz koçluk nedir, ne değildir, ülkemizdeki uygulamaları üzerineydi. Derken "mesela şu sorunumu koçlukla çözebilir miyiz" sorusuyla doğal olarak ona koçluk yapmaya başlamıştım.
Dürüst olayım, o gün için büyük bir gözlem değildi, ama söylemek, paylaşmak istemiştim bahsettiği başarıların takdire değer olduğunu. Cümlemi tekrarlamamı istedi ve birden ağlamaya başladı. O da bilmiyormuş o FA TELİni... En son ne zaman takdir aldığını veya kendini takdir ettiğini hatırlamıyormuş ve sanki aradığı sihirli değneği bulmuş gibiydi.
Geçen gün yaptığım bir koçluk seansımda da danışanım pek somurtkandı başlarda. Zaten baskıyla gelmiş, arkadaşı arayıp zorlamış benimle buluşması için, ama nasıl bir şey yapılacağına dair pek fikri yoktu. Hem sıkıntılarından ötürü somurtkandı hem de beklentisizdi, ama koçluk seansımız
keyifli olunca bir an gülümsedi ve ben de bunun önemine değindim. Sorunlarını aşarken, gülümsemenin kalp yumuşatan ve stres aştıran gücünden bahsettim ve özellikle de onun yüzünde gülümsemenin çok yakıştığını söylemiştim. Gözlem aktaran uzman olarak benim için çok çok önemli olmasa bile, onun için çok şey ifade ediyormuş ki tam o anda yüzünde güller açtı somurtkan kızımız şen şakrak şekilde sonlandırdı seansı.
Sizin FA TELİniz ne olabilir? Neyi duysanız veya kendiniz söyleseniz süper olurdu, süper hissederdiniz, düşünün lütfen. Cevaplarınızı cozum@mustep.com a paylaşırsanız çok sevinirim.
Bol Fa’lı, bol keyifli anlar dilerim.

8 Nisan 2012 Pazar

Ben bilmem valim bilir

Dün katıldığım SOGLA Sosyal Girişimci Genç Liderler Akademisi’nin “Değiş-tir-mek İçin Yola Çık” başlığındaki konferanstaydım.
Öncelikle tüm SOGLA ekibini tebrik etmeliyim. 2010’daki ilk konferanstan bugüne çok yol kat edilmiş organizasyon açısından, çok başarılı bir evsahipliği ile karşılaştım.
Mustafa Hoca’yı (Prof Dr Mustafa Sarı) 2010’da SOGLA konferansı ile tanımıştım ve yine dinleme fırsatı bulduğum için ayrıca teşekkür ederim. Mustafa Hoca’ya ayrıca değineceğim çok yakın zamanda :-)
Şimdi kabaca bakalım kimler neler anlattı:
Index Group CEO’su Erol Bilecik hakkında pek bilgim yok açıkçası. Sadece Timur’la sohbetlerimizde bahsettiği övgü dolu sözlerden fikrim vardı. Ama dün çok samimi konuştu. Sunumsuz, doğaçlama yaptığı konuşmasında altını çizdiği temel şeyler; sosyal girişimlerin yabancı gibi gözükse de iktisadi girişimlerle benzer dinamikleri olduğuydu diyebilirim; olumlu bir dünya görüşüne sahip olmak ve iyi bir öykü anlatıcılığı özellikle. Ayrıca sosyal girişimlerin sorumluluklarının, klasik girişimlerden daha yüksek olduğu, çünkü sosyal etki katkasıyısının çok daha büyük olduğuna değindi. Ne demek bu? Sosyal girişimciler, çok daha fazla kişiyi etki alanına sokuyor, iyi ise çok daha iyi oluyor, kötü örnek olurlarsa çok daha geniş bir alana yayılıyorlar…
Toplum Gönüllüleri Vakfı’nın kurucularından ve bir projede beni kurtaran kişi İbrahim Betil de sosyal sorunlardan yola çıktı. Ama özellikle “sus küçüğüm, söz büyüğün” deyişimizdeki gizli baskıya vurgu yaptı. Yer yer erkek egemenliği yer yer yaşlı egemenliği üzerine şekillendi diyebilirim konuşması için. Unutmadan paylaşayım; iktisadi işletmelerde olduğu gibi; kişinin kendi doğrularından sıyrılıp hitap ettiği kesimin ihtiyaçlarına odaklanması, dolayısıyla onları dinlemesi gerektiğini kulağımıza küpe etti. Aksi halde sorunlu diyerek kafamıza göre kurguladığımız çözümlerin başarısız olabileceğini Uganda’dan bir örnekle anlattı.
Ashoka Türkiye Koordinatörü Matthias Scheffelmeier ise Ashoka desteklerinden ve global örneklerden bahsetti. İnsanların bir kahraman doğmadığı, sadece sorunlara farklı çözümler üreterek sosyal değerler yarattığı ve bu sayede birçok kişiye, geniş kitlelere ilhamlar aşıladığı üzerine süper bir sunum yaptı ve bir düşüncesini paylaştı. Martin Luther King’in meşhur “Bir hayalim vardı” deyişinin “Bir hayalim vardı ve onun için bir adım attım” şeklinde algılanması gerektiğini dile getirdi.
SOGLA kurucularından, benim de koçluk eğitmenlerimden, abim, yol arkadaşım Timur Tiryaki de harekete geçmenin önemini vurguladı. SOGLA’nın kuruluş sürecine değindi ve “fikir süperdi, toplantılar yapıyor, araştırıyoruz literatürleri. Her şey güzel ama hareket yok. Biz salonda neyi nasıl yapmamız gerektiğini tartışırken, birileri sahada dünyayı değiştiriyordu” dedi. Temsilcisi olduğu Bob Proctor ekolünün “Hayat seni bildiğinle değil, YAPAbildiğinle ödüllendirir” sloganına ne kadar benziyor bu öğüt.
Doğa Gözcüleri Derneği Kurucusu ve Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nde görevli Prof Dr Mustafa Sarı’nın konuşmasında gülmekten not alamadım. Kendisini iki gün önce aklımdan geçiriyordum, kafamdaki akademisyen profilinin bedenlenmiş haliydi. Salonda da görünce ağzım kulaklarıma vardı, hele ki öğle yemeğinde yanyana olmanın getirdiği şansı tarif bile edemem. Yakında söyleşi yapacağız kendisiyle. Konuşmasına gelirsek, bir sorunu çözmek için çözüm üretmekten ziyade sorunun net tanımlanması ve tarafların dahil edilmesi konusunda Van’ın meşhurlaşan İnci Kefali üzerinden uygulamalı örneğini paylaştı.
SİM-Sosyal İnovasyon Merkezi Kurucusu Suat Özçağdaş’ın çalışanlara hoş bir önerisi vardı; “kurumlarınıza sorun, Bin Yıl Kalkınma hedeflerinden haberleri var mı? Küresel İlkeler Sözleşmesi’ni imzalamışlar mı? İmzalamak için kanuni bir gereksinimi olmayan bu maddeleri sormak, sorgulamak bile küresel vizyonunuzu geliştirecektir” diyor. Ben araştırmaya başladım :-)

Blog yazım rapora, toplantı tutanağına benzedi biraz. O yüzden kısa bir toparlamaya gireyim.
Adım Adım projesiyle, engelli vatandaşlarımız için koşarak fon sağlayan Itır Erhart
, neden bu konularla ilgilenenlerin yaş ortalamasının 35-36 olduğunu sordu salona: keşkeler, yapılmayanların yarattığı pişmanlıklar ilk akla gelenlerdi. Benzer durumu öğle yemeğinde kendisiyle konuşmuştum ve sosyal sorumlulukta olduğu gibi, kişisel gelişim sektöründe de yaş ortalaması daha ancak 35lere inebildi. Hayatı geç sorgulamaya başlıyoruz!
Diğer konuşmacılardan Onuralp Armağan, Fuat Sami ve Emre Özgür’in konuşmaları da çok ilham dağıtıcıydı. Öğrenciyken başlayan girişimciliğini sosyal faydayla büyüten Hisar Uyar ise hem konuşması sırasında hem lavaboda karşılaştığımızda hem de kulağıma gelen tatlı dedikodulardan yola çıkarak diyebilirim ki çok … En uygun kelime “insan” olurdu, hani iyi niyetli, temiz yürekli, barışçıl, iletişimci, yardımsever…
Gerek konuşmacılarda gerekse katılımcılarda gözlediğim temel birkaç şey ise; tebessüm, tevazu ve çözümcülük diyebilirim.
Devletten beklemiyor, ona buna sorumluluk yıkmıyor, çözüm için bir omuz atıyor ve DEĞER YARATIYORLAR, YARATIYORUZ!

6 Nisan 2012 Cuma

"Halk İçin Emniyet, Adalet İçin Hizmet"

Girizgahı geçtim, direkt konuya başlıyorum: Polisimizin 167. yılı için, bu sene İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Taksim meydanında halk ile buluşuyor. Çok başarılı bir fuar alanı oluşturmuşlar.
Bir arkadaşım da buluşmaya geciktiği için giriverdim ve şaşırdıkça şaşırdım.
Türk polisinin başarılı uygulamaları olduğunu biliyordum ama bazı yaklaşımlar heyecan verici geldi. Bazı polis arkadaşlarla dedikodu da yaptık, kanuni kısıtlamalar, vatandaşla işbirliği halinde çözümler, vs...
Aklıma geleni sordum, bomba imhacısına, asayişine, olay yeri tespit personeline, vs...
Bazı cevaplar aldım ki "bunu ben bilmiyordum, halk biliyor mu" diye sorduğumda, "işte aktarmaya çalışıyoruz" diye cevap aldım. Onların da ricasıyla paylaşayım dedim aklımda kalanları.
Telefon dolandırıcılığı
Bilişim suçları masasında çok büyük gelişmeler kaydettiklerini söylediler. Ama sordum, annemi dolandırıcılar aradığında polisi aradığımı, sadece numara alındığını söyledim. İki gün sonra aynı mesajı başka birileri yolladığında annem telefonda "sizi şikayet ettik biz" dediklerinde, karşı tarafın "rahatsız ettik abla" diye rahat bir tavır içinde olduğunu söylediğimde, takipsizlikten bahsettiler. Çözüm peki?
Bu dolandırıcı numarayla konuşurken, bir yandan da polisi EŞ ZAMANLI uyarıp numaranın takibini yapmasını isterseniz, uydu aracılığıyla polis bir veriye ulaşabiliyor.
Madde kullanan arkadaşlar, polisten destek alarak çözüme bir adım daha yaklaşabiliyorlarMIŞ.
Bu konuda narkotik, önleyici çalışmalar açısından, halkı bilgilendiren, hatta sadece "bunlar tü
kaka" demekle kalmayıp kullanıcıları, kullanma potansiyeli taşıyanları kültürel çalışmalara sevk eden uygulamalar da yürütüyorlarmış. Ayrıca gençler için ayrı, yetişkinler için ayrı kitapçıklar hazırlamışlar ve örnek hikaye paylaşıyorlar.
Asayiş ekipleri, dizilerdekinden daha sempatikler. Zaten Güven Timi isimli ekip, halka karışıp önleyici faaliyetler içindeler ve paylaştıkları şeyler, gülümsetiyor.
Bakın biz bunu bunu yapıyoruz demek yerine, halkı bilinçlendirme faaliyetleri göğüs kabartıcı.
Mağdur ve şikayetçilerin haklarını, herhangi bir sebeple şüpheli veya sanık kılınan kişilerin haklarını uzun uzun paylaşıyorlar.
Olay yeri inceleme amirliği, Kanal D'deki Kanıt dizisinin hasretinde; "keşke biz de 40 dakikada çözsek konuları, ama zamanla" diyor Büro Amiri Ömer Bey. Çocukluk hayallerimden olduğu için olay yeri inceleme, büroya davet ettiler, birebir gözlem yapabilmem için.
Peki Ebru?
Terörle mücadeleyi ebru ile mi yapacaksınız diye sordum, görevli polis memuruna. Güldü :) Evet dedi. Anladığım kadarıyla mozaik felsefesinden hareket ediyorlar; farklı renklerin birbirine karışmadan bir bütün halinde, güzel dokularını sergileme başarısına atıf var ve açılımı: Emniyetle Birlikte Rehberlik Uygulamaları; www.forumebru.com da web adresi.
Görevini vermemi istemeyen bir polis arkadaşla uzunca konuşma fırsatım oldu. En çok merak ettiğim "polise duyulan korku ve saygı ikilemini irdeledik. 80 sonrası dönemin korkudan gelen saygı olduğu, artık ise işlevsiz bazı yasalardan ötürü saygınlığın da yitip gittiğini anlattı. "Bundan önce asayişteydim ve 6 ay kadar bir çeteyi gözledim, emek verdim, ama adam 6 ay ceza almadı" dedi. "Silahlı çatışmaya girdik, karşılıklı atıştık ve sonunda yakaladık bir başkasını. Savcı sende delik var mı? Adam suçsuz dedi, salıverildi" dedi.
"Banka soygununda suç üstü yakalıyoruz bir kişiyi, savcı salıyor, elinde çantalarla çıkmadığına göre, her an vaz geçebilirdi diye düşündü" dedi.
Ve bir konuya dikkat çekti; "ben vatanını seven bir insanım ve bu konuda bir çok eğitimden geçiyor, mesleğimi icra ediyorum. Ama yine de bilgi taramasına tabi tutuluyorum. Oysa bir savcı asla GBT'ye girmiyor. Bu ne demek? Tiyniyeti bozuk birisi okuyup yönetimde, yargıda söz sahibi olabilir, ama bizde böyle bir durum yok."
Yakında Taksim'e yolum düşerse bomba imha kıyafetiyle fotoğraf çekmek istiyorum :)
Olay Yeri İnceleme Büro Amirliği ziyaretimi de randevulaştık, sonuçlarını paylaşırım.

4 Nisan 2012 Çarşamba

Kayığın Çapası Yönetimin Saçması

Yönetim ve yönetişim mantıkları üzerine bir yazım yayınlandı.
Olayın anatomisine kısa bir bakış ilginizi çekerse http://paylasim.lalabey.com.tr/?p=3359 linkine beklerim.

Yavaş İstanbul

Son zamanlarda kendimi yavaşlatmaya çalışıyorum.
Daha az düşünmeye, daha yavaş hareket etmeye, daha çok gülümsemeye, daha sakin konuşmaya...
Altındaki neden belli: keyif aldığımız anlarda yavaşlıyoruz, yavaşlamaya çalışıyoruz. O halde yavaş yaşarsam acaba keyif oranımı artırabilir miyim?
E2'de yayınlanan Chuck dizisinin kapanış bölümünde Sarah sahilden hızlı bir şekilde çıkıyor kumda yürüyordu, sonra kamera önüne geçti ve yavaş adımlar atar şekilde gösteriyordu; daha estetikti.
Kıvanç Tatlıtuğ hiç bir yere koşmuyor, ufak sakin adımlar atıyor.
Kimse orgazm süresini düşürme ihtiyacı duymuyor, bilakis daha yavaş hissetmek için yöntemler geliştiriyorlar.
O halde neden koşturuyorum?
Bunu düşündükçe daha çok yavaşladım, sanki bir frenim vardı yürürken, asıldıkça asıldım. Daha yavaş, daha yavaş...
Attığım her adımda ise daha iyi hissettim kendimi.
Gülümsüyordum, caddede başkalarının ilgisini çekecek kadar sakin ve gülümseyen bir hâl almıştım.
Hatta sanırım iki kişinin de gülümsemesine vesile olmuştum.
Bunu görünce karar verdim; artık hep yavaş yürüyeceğim, yavaş yaşayacağım.
Belki İstanbul'umu da yavaş şehirlere aday gösterebiliriz gün gelince.
Bugün 5 dakikanınızı yavaşlatmaya ne dersiniz?
Not: görsel ararken sık sık salyangozlarla karşılaştım. Güzellik ürünlerinin birçoğunda salyangoz kabuğu kullanıldığını biliyorum. Acaba zerafetin yavaşlıktan geçtiğine dair ekolojik bir örnek mi söz konusu :))))

2 Nisan 2012 Pazartesi

Zor Kararlarda Çatal Bıçak Kullanımı

Duymuşsunuzdur belki, “cesur insanlar korkusuz insanlar değil, korkularına rağmen bir adım daha atabilen insanlardır” diye.
Kararlı insanlar da kararlarını, kararlılıklarını düşürecek şeylerden uzakta yaşamıyorlar. Bilakis, bunu zorlayan, hatta dip noktasına getiren durumlarda dahi, bir adım daha atabilme becerisi gösteriyorlar.


Bir düşünceyi beslemiş olalım ve bir karara vardığımız an’ı anımsayalım.
Tek başına karar nedir ki… Eylem gerekir, e biz de eyleme geçiyoruz.
Ama bir şeyle karşılaşıyoruz veya birkaç şeyle… Derken gün geliyor, birşeyleri engel görüp bırakıyoruz. Özellikle “kader, kısmet” inancımız bu konuda en sık başvurduğumuz bahane kaynağı.
Kesinlikle anlıyorum, motivasyonu korumak zor bir şey, hele zihnimiz yılgınlığa meyilliyken.
Ama çözümü yok mu bunun?
Neler olabilir?
Motivasyon emici unsurlar değişken olabilir, ama faydası olması ümidiyle birkaç sorgu karalamak istedim.
Caydığım, istikrarımı sürdürmediğim kararım neydi? Bunu hatırlamak, peşinden başka şeyleri de hatırlamamı sağlayıp motivasyonumu yükseltebilir.
Niye böyle bir karar vermiştim? Mesela sigarayı bırakmak isteğindeyiz, ama niye böyle bir düşüncedeydik ki? Şundan bundan… Ben 4 sene önce o sürecimdeyken, “çünkü kendi kokumu özledim” diyordum kendime…
Kararlılık sürecimizin başındaysak, ama başka konulardan ötürü moral düşüklüğümüz varsa, süper bir sorgu değil midir öngörmek adına: Ne gibi engellerle karşılaşırım? Bunun cevapları, bize bir antreman sahası yaratmış olacak ve o engellerle gerçekten karşılaştığımız gün kondisyonumuz yerinde olacak, aşacağız.
Ama diyelim ki çok güç engellerle karşı karşıyayız ya da hayatımıza çekmek istediğimiz/ hayatımızdan çıkarmak istediğimiz şey, çok zor. Yazık bize… Biz ki bir şey bilmiyoruz. Peki bu konuda veya benzeri bir konuda, çevremizde deneyimi olanlar var mı? Onlar nasıl aşmışlardır engellerini?
Az önce demiştim, kararlılığımızı bozan şeyler değişken olabilir, ama altındaki nedenler benzerdir. Faydalı sorgularla çözümler çıkarabiliriz. Sanki makarnamızı çatalla çevirmek misali...

Bir son kalem de, kilo konusundaki deneyimlerden olsun.
Kilo vermekte koçluk desteğinde başarı oranım %100. Diyet koçluğu yapmıyorum, bilmem ben karbonhidrattı proteindi… Sadece danışan kaç kilo fazlası olduğunu düşünüyorsa, psikolojik çalışmalar yapıyoruz diye bir özet verebilirim. Ama son çalıştığım arkadaş, kilo veremediğini söyledi. Birlikte çalıştığımızda verdiğini, ama sonra kendi başına devam etmekte zorlandığını söyledi. Sıkıntısı 20 fazla kiloydu.
Birçok kişi için 2 kilo vermek çileyken, kızımız 20 kilo fazlası olduğunu düşünüyordu. Çok zor buluyor ve çabuk demoralize oluyordu. Basit bir şey önerdim: hedefini bölmesini. Bir ayda verecek değil, 2 ayda verebilir mi bilmiyoruz… Ama neticede sağlığını koruduğu sürece, gerekirse 10 ayda da verebilir değil mi?
Bir daha bakalım: 20 kilo vermek mi daha kolay ona gösterdiğim zihni değerlendirme yollarıyla, yoksa aylık 2 kilo gibi küçük, ulaşılabilir, göz korkutmayan hedeflerle geç ama güç olmadan yol almak mı?

Yiyemeyeceğimiz lokmalarda, bıçak kullanalım arkadaşlar, daha kolay ve daha zarif olur :)

Karar üzerine İndigo Dergisi'ne süper bir makale yazdım, eğitim tadında. Sanırım Mayıs Ayı'nda yayına alınır, buradan paylaşırım.
Herkese keyifli günler diliyorum.
Not: blog için google'da görsel aratırken çok hoş fırında makarna resimleri gördüm ve canım istedi. Bana bir fırında makarna ziyafeti yapan arkadaşıma, ücretsiz bir koçluk yapmak istiyorum :)

Formüllerden benimkisi: Biz-Bir*2=BEN + O - Heveslerim

Kıskançlığı konuşuyorduk.
Ben söz gelimi Ayşe'den hoşlanıyorsam, onun güzelliğinden etkilenmişsem...
Ayşe olduğu gibi beni etkilemişken biz ilişkiye başladıktan sonra onu değiştirmek niye?
Onu değiştirdiğimde, ilk hoşlandığım Ayşe kalmaya devam edecek mi? Yoksa ben, "benim istediğim gibi" dürtükleme bir Ayşe'ye mi sahip olacağım?
Sahip olma demişken... Her insan, gittikçe artan bir bilinçle BİRLİK'ten bahseder, insanlarla, diğer canlılarla ve yaratıcısıyla... BİR olabilmek için BİZ olmak gerek, haliyle de bir ilişkide bulur kendisini.
Ama BİZ olabilmek için önce kendisinin BEN olması ve karşısındakinin de bir başka BEN (O) olması gerekmez mi?
Ben onda kaybolurken, sadece onunla ilgilenirken ne kadar kendim olabilirim? O da benim heveslerimle cebelleşirken ne kadar kendi olur?
Bir sohbet sırasında ağzımdan dökülenlerden aklımda kalanlar :)